Teknolojiyle Sınırlı Yaratıcılık: Yeniden Moda Sanal Gerçeklik İçin Tarihten Dersler

Oğuzhan Özcan, Tasarım Profesörü, Koç Üniversitesi

Bu yazıyı, teknoloji trendleriyle kuşatılan çoğu genç araştırmacıya populist tavırlarının gelecekte anılmayacağını hatırlatmak için kaleme aldım. Bu durumu aşmak için onların geçmişi ‘yeniden okuma’larını tavsiye ediyorum.

Yeniden okuma, fikir üreten için ilham kaynakları ve onların analojisine dayanır. İlham kaynakları sanat, doğa, günlük hayat, insan, dijital içerik, somut el-üretimi olabilir. Analoji ise bilinen bu ilham kaynakları ile bilinmeyen kaynaklar arasındaki ilişkiyi kurar. Bu süreçte yeni bir okuma yapılarak varolanın özündeki yaklaşım çıkarılarak yeni varolan veya olacağa uyarlanır.

Yeniden okuma, edebiyat, müzik, tarih ve felsefede defalarca denenmiş bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaratıcı fikir üretiminde yeniden okumanın etki değeri tam olarak ispatlanmış olmasa da farkındalığı artırıcı bir unsur olduğu gözlemlenmiştir. Bunun yakın örneği, milattan önce 3100’lü yıllarda Stonehenge’in inşaa edilmesinde taşların makinayla değil de insan eliyle nasıl taşındığı yeniden okunarak bunun bugün nasıl yapılabileceğini araştıran Walking Assembly projesidir. Bu çalışmada hiçbir ek makina gücü kullanmaya gerek duymadan el gücü ile binlerce ton ağırlığındaki bir taşın hareket etmesini sağlayan formlar tasarlanmıştır.

Walking Assembly Projesi, geleceğin mimarisinde nakliye ve montajı daha iyi şekillendirmek için antik dönem deneyimlerindeki potansiyellerin neler olduğunu yeniden ortaya koyuyor. (fotoğraf: Matter Design)

Varolanın yeniden okumasıyla elde edilen yalın düşünme tekniği göstermektedir ki, varolan teknolojiden etkilenmeden olması gerekeni öncelikle belirlemek ve sonra dünün, bugünün ve yarının teknolojisinde karşılığının ne olması gerektiğini aramak, etkin bir fikir üretme yolu olabilir. Ancak bu şekilde belki, çerçevenin dışına çıkılarak, varolan kısıtlı teknolojinin büyüsüne kapılmadan popülizmden uzak, gerçek, faydacı ve her devirde sorgulanabilen fikirler elde etmenin alternatifleri oluşturulabilir.

Bu perspektiften baktığımızda, yeniden moda akım haline gelen sanal gerçeklik için geçmişten çıkarılacak çok ders var. Çünkü bu yeniden moda olan akım, günümüz teknolojilerinin sınırları içinde tariflenmiş teknoloji ile daraltılmış bir bakıştır. Oysaki tarih boyunca sanal gerçeklik, olmayan realizm, mekan-zaman ifadesi, illüzyon ve gözlerimizi aldatan optik sistemler üzerine şekillendi.

Antik dönem felsefecilerinden Eflatun’a kadar uzanan ontolojik analizlerde özellikle mimarideki gerçekliğin, keskin ve aslında hayal etmek istediklerimizin kötü bir resmedilmesi olduğu öne sürüldü. O günden beri de genel olarak tasarımda ve özellikle de mimaride hayallerimizi yansıtan çok çeşitli illüzyonlar üzerinde çalışıldı.

Canlandırma sanatındaki illüzyonun bilinen ilk örneğinin Yontma Taş döneminde yapıldığı sanılmaktadır. Bunlar bir hayvanın hareketlerinin ifade edilmeye çalışıldığı mağara resimleridir. 90’larda Fransa’da yapılan bu keşifte, sinema teknolojisinin resmi başlangıç tarihi olarak kabul edilen 19. yüzyılda keşfedilen ilk zoetrope’dan çok daha önce, insanlar üst üste çizilmiş hayvan figürlerini resmetmişlerdir. Bir meşaleyi ileri geri götürdüğünüzde, bu figürler aracılığıyla hayvanın hareket ettiğini izlenimini veren bir tür çizgi film seyretmek mümkündü. Buradan anladığımız kadarıyla, insan varolduğu ilk günden beri mekan-zamanı ifade etmeye merak sarmaktaydı.

Chauvet Mağarası’nda Salle du Fond’un Grand Panneau’su; her iki tarafta da mağara aslanlarını sergileyen iki ardışık av sekansı olan Yontma taş dönemi grafik anlatım örneği (fotoğraf: J. Clottes, Chauvet Science)

Mekanda derinlik hissini ve mekan-zamanın ifadesini vermek, eski Mısır resimlerinde de çok sıklıkla denenmiş bir meraktı. Ama derinlik hissinin bugüne daha yakın mantıkla elde edilişi 14.yüzyılda perspektifin keşfiyle oldu. Bu, iki boyutlu ortam olarak Rönesans, daha sonraları da Barok resminde iyice geliştirildi. 16.yüzyılda optik tekniklerle duvara düşürülen imajların keşfi, fotoğraf kalitesinde resimlerin elde edilmesini sağladı. Basılı fotoğrafın keşfiyle de, bugünün VR teknolojisine kadar uzanan bildiğimiz tarihsel gelişim içinde stereografi ile gerçeğe yakın derinlik hissi veren ‘random-dot stereogram’ tekniği başta olmak üzere pek çok yöntem denendi.

Mimarlık açısına geri dönersek, Eflatun’un işaret ettiği hayal ettiğimiz ve istediğimiz şekilde mekanların tasarlanması, eski Yunan mimarisine kadar uzanan bir uğraş oldu. Bunun belki de en önemli ilk örneği Pantehon’dur. Optik projeksiyon diye adlandırılan tekniklerle binanın kolonlarının orta noktası baş ve alt uçlara göre nispeten şişik yapılması sonucu, kolonların yerden bakıldığında perspektife girmeden dümdüz görülmesine neden olmaktaydı.

Bazı eski Roma ya da Barok dönemi binaları, gerçekte kısa olan koridorların çok uzunmuş gibi bir his vermesi veya düz bir kilise duvarının veya tavanın kubbeliymiş gibi görünmesi için illüzyonlar yaratacak şekilde tasarlandı.

Gerçekçi – gerçekçi olmama karşıtlığı bugün bazı tasarımcılar tarafından da teknolojik bağımsız olarak tartışılan bir konudur. Güncel yaklaşımlardan biri de saydam çizme olarak adlandırılan manifestodur. Bu manifestoda, giderek çoğalan, karmaşıklaşan bilgi yumağının, yukarıda özetlediğimiz tarihsel süreçte gelişen görsel ifadenin, perspektif bakışın, konstrukte etme ve gerçekçi olma isteğinin bileşiminin bir kangrene dönüştüğü vurgulanmaktadır. Bu durumun tasarımcının bütünsel düşünmesini engellediğine, bunun için bir an önce düşünen insanın “fabrika ayarlarına” geri dönmesi gerektiğine işaret edilmektedir. Aksi takdirde teknolojinin baş döndürücü, baş edilemez girdabında gerçekten neyi istediğimizi, ne fayda elde etmek için çalıştığımızı bulamayacağımızı ve bilemediğimiz bir teknoloji seline kapılacağımıza uyarıda bulunmaktadır. Saydam çizme, çizimle ifade etmede gerçekçi görünen imgelerin arkasındaki görülmesi gerekenleri daha saydam şekilde ifade ederek düşsel evrenimizin gerçekten sanal boyutunu ortaya çıkarmayı hedeflemektedir.

Bir bakıma, bu düşünce sanatta bütünsel düşünme için Wagnerci yaklaşımı da doğrulamaktadır. 18.yüzyıl düşünürü Eusebius Trahndorff tarafından Gesamtkunstwerk, olarak isimlendirilen ‘sanat çalışmasının bütünlüğü’ veya ‘sanatların sentezi’ düşüncesi, sonraları 19.yüzyılda Wagner tarafından, drama içinde müzik, metin ve dansın ideal ilişkisinin bütünsel olarak ne olması gerektiği sorgulanmıştır. Wagner bu düşüncesinde, operadan çok daha öte, insan beynini zorlayacak nasıl bir illüzyon yaratılması gerektiğini tartışıyordu. Bugün bile Wagner’in düşünceleri hala tartışılan evrensel bir bakış açısıdır ve yaratıcılığın sınırlarını keşfetmek için özgür bir bakıştır. Bu yaklaşımın, sanal gerçeklik açısından da dikkate alınması gerektiğine işaret edilen tartışmalar da vardır. Ve sanal gerçeklik için bu bütünsel düşüncenin tam olarak karşılığını henüz gördüğümüzü söylemek zordur.

Binlerce yıllık birikimin kısa özetine baktıktan sonra geri dönersek, günümüzün moda akımı sanal gerçeklik araştırmalarında olduğu gibi sıklıkla rastlanan teknoloji tabanlı günümüz trendleri içinde sadece “nasıl içerik üretilir?”, “pazarlama nasıl yapılır?”, “bu ortamın idaresi nasıl yapılmalıdır?”, “kullanıcının beklentilerine göre ne yapalım?” gibi sorular sormak ne kadar anlamlıdır?

Başka bir deyişle, teknolojinin olmadığı zamanlardaki merakların veya teknoloji olmadan üretilen fikirlerin yeniden okunması daha mı iyi bir yoldur?

Bu durumu aşmanın bir yolu, belki de özellikle akademik eğitimin başlangıcında bir üniversite 101 farkındalık dersinin tasarlanmasından geçiyordur. Bundan sonraki çabam yukarıdaki anlattığım vizyonda bir ders içeriğini uygulayıp sonuçlarını görmek olacak.

Künye

© 2019 KUAR Koç Üniversitesi – Arçelik Yaratıcı Endüstriler Uygulama ve Araştırma Merkezi Yayınları- 1
ISSN: 2667-5900

Editör: Oğuzhan Özcan
Kapak Tasarımı: Bülent Erkmen
Web Editör: Mert Dökümcü
Redaksiyon: Hilal Sekban
Medya Planlama: Ahu Parlar
İletişim: Özge Hamamcıoğlu
Yayına hazırlayanlar:
Ceylan Beşevli
Gül Kaner
Önder Can
Sinem Şemsioğlu
Aslı Ildır
Hüseyin Uğur Genç
Nisa İrem Kırbaç
Meriç Tuncez
Hayati Havlucu

En büyük tasarım, var olma biçiminin tasarımıdır

Zeynep Direk
Hazırlayan: Hayati Havlucu

Felsefecilerin ve felsefeyle ilgilenenlerin kendilerine özgü fikir yaratması nasıl bekleniyor? Felsefede günümüzde tercih edilen nedir? Bir fikre dahil olmak mı, yoksa kendine özgün bir düşünceyi yaratmak mı?

Aslında hiçbir dilin özel olmadığı gibi hiçbir fikir de özel değildir. Fikirler başkalarıyla paylaşılır. Bu yüzden her fikir, her kavram yaratıcısının imzasını taşır; aynı zamanda insanlığın malı, mirası haline gelir. Sonra başkaları tarafından dönüştürülür ve böylece ortaya bir anlam tarihi çıkar.

Önemli felsefi kavramlara baktığımız zaman çoğunun Eski Yunan’dan, oradaki felsefi faaliyet içerisinde yaratılarak geldiğini görüyoruz. Örneğin; Roma ve Orta Çağ düşüncesi içerisinde, Batı, Aydınlanma ve modern felsefe geleneği içerisinde bu kavramların dönüştüğünü, değiştiğini, farklı anlamlar, farklı bağlamlar, başka kavramlar ile ilişkiler kazandığını görüyoruz.

Her felsefeci kavram yaratmaya çalışan bir düşünme faaliyeti içerisindedir. Bir bakıma günlük dilde kullandığımız bir sözcüğü de kavramsallaştırmak, felsefi düşünmenin bir parçası haline getirmek mümkündür.

Yeni birtakım kavramlar eklendiğinde felsefi anlamda terminolojik bir değer kazanır. Filozoflar bunu yapmaya talipler. Elbette yeni bir düşünce yaratmak, yeni şeyler söylemek gibi bir hedef de her zaman vardır.

Ben var oluştan yola çıkarak felsefi düşünmenin değerli olduğunu savunuyorum; kendi deneyiminden, kendi varoluşundan, kendi imkânlarından yola çıkmak, bunları kavramsallaştırmak… Bu kavramsallaşma içerisinde yeni bir kuram ortaya koymak önemli ve bunu değerli buluyorum.

Çünkü çağdaş felsefe böyle bir şey. Eğer bunu yapmazsak çağdaş felsefe yapamayız. Çağdaş felsefe biraz da çağdaş deneyimleri anlamlandırmakla ilgili bir süreç. Felsefenin elbette klasik problemleri var. Bu problemler bütün felsefe tarihi boyunca biliniyor, üstüne düşünülüyor, düşünülmüş ve düşünülmeye devam edilecek problemler.

Bunların tek bir çözümü yok. Belki de gerçekten hangi çözümün diğerlerinden iyi olduğu hakkında insanlığın bir karar vermesi daha çok uzun zaman alacak. Böyle problemler olmaya devam edecek. Bir de kendi çağımızdan, var oluşumuzdan, deneyimlerimizden kaynaklanan ve üstüne kavramsal olarak derin derin düşünmek istediğimiz başka meseleler var.

Bunlar antik çağdan beri yoktu. Bunlar yeni çıktı. Bunlar nedir ve bunları biz nasıl kavramsallaştırabiliriz? Bunlarla ilgili nasıl bir kuram üretebiliriz? Bu sorular benim için önemli. Ben burada felsefi bir faaliyet görüyorum.

Feminist felsefe nelerle ilgileniyor? Hangi metotları kullanıyor? Hangi noktalarda sosyoloji ile etkileşime giriyor?

Feminist felsefenin soruları, “Toplumsal cinsiyet nedir?”, “Cinsiyet farklılığı nedir?” veya “Cinsel ezilme nedir?” olarak temel alınabilir. Cinsiyetli bir varlık olarak bir insanın ezilmesi, bir sınıfın üyesi olarak ezilmesinden farklı olabilir.

Felsefi bakımdan ele alınması gereken sorular ise “Böyle bir ezilme deneyiminin özgül tarafı hangi koşullar altında meydana geliyor?” ve “Tarihsel olarak hangi anlamda belirlenmiş olabilir?” sorularıdır.

Ben Simone de Beauvoir üzerine de çalışıyorum. Simone de Beauvoir, bence feminist felsefede bu soruyu filozof olarak kavramsallaştırmış ilk düşünürdür. Çünkü, Hegelci diyebileceğim belirli bir tarih felsefesi anlayışı içerisinde, cinsiyet farklılığı meselesini gündeme getirmiş ve cinsiyetli olarak ezilmenin ne demek olduğunu tartışmaya açmıştır.

Kullandığı felsefi kavramlar da tabii ki çağdaş felsefenin kavramlarıdır. Ama Simone de Beauvoir yeni bir felsefi soruyu felsefeye sokuyor. Toplumsal cinsiyet onun kullandığı bir kavram değildir çünkü daha sonra icat edilmiş bir kavramdır. Ama cinsiyet farklılığının aslında biyolojik bir varlığı olmadığını, tarihsel ve toplumsal olarak kurulmuş bir şey olduğunu söylüyor.

Mesela “Kadın doğulmaz, kadın olunur.” dediğinde aslında bugün bizim toplumsal cinsiyet olarak okuduğumuz kavramın bağlamını açıyor. Gerçekte büyük felsefi faaliyet yeni bir soruyu sormak, yeni bir soruyu yeni bir bağlama koymaktır.

Arkasından koskoca bir araştırma geliyor. Bir sürü insan bu bağlamda çalışıyor ve kavramsallaştırıyor. Yeni kavramlar üretiliyor. Elbette bu düşüncenin ontolojik bir arka planı var, epistemolojik bir arka planı var ve belirli bir özne kavrayışı var.

Biz, bugün bunların ne olduğu açığa çıkarmaya çalışıyoruz. Böyle bir felsefenin nasıl bir ontolojiye dayandığını, nasıl bir epistemolojiye dayandığını, nasıl bir siyaset felsefesi yürütebileceğini, nasıl bir özgürlük anlayışı ortaya koyduğunu felsefi olarak tartışıyoruz.

Sosyoloji ile ilişkisinde ise en sevdiğim şey soyut kavramlardan başlamayan bir araştırma olması. Hayatın içerisinden başlayan bir araştırma yani insani pratiklere bakıyor ve aynı insanların kendi pratikleri üzerine kurdukları söylemler, yaptıkları kavramsallaştırmalara kulak veriyor.

Onları bize öğretiyor. Ama bunu yaparken daha evvel ortaya koyulmuş kavramlardan, kavramsallaştırmalardan, problemlerden de faydalanıyor yani somut ile kuramsal olan arasında bir karşılaşma, bir diyalektik, bir ilişki, bir etkileşim oluşturuyor.

Bu yüzden sosyoloji çok değerli. Bu bağlamda felsefenin sosyolojiden öğreneceği çok şey var. Çünkü daha soyut bir düşünme pratiği içine yeni kavramlar ortaya sokuyor. Aynı zamanda da sosyoloji felsefeden besleniyor çünkü felsefe de kavram yaratılan bir alan.

Sosyoloji bu kavram yaratılan alandan sürekli ilham alıyor. Mesela bir kavramı alıyor, kendi bağlamında ve başka kavramlarla ilişkiye sokarak kullanıyor. Bir felsefecinin bir kavramla yaptığı çalışma onun başka kavramlar ile olan ilişkisini, o kavramın nasıl bir tasarım bağlamında bulunduğunu gösteriyor. Ama sosyolojinin aynı kavramla kurduğu ilişki buna çok benzemiyor.

Sosyoloji o kavramı pratik ile ilişkili bir biçimde yeniden kullanıyor. Yeni bir kuramsal tasarım yapıyor ve aslında çok yaratıcı olan tarafı da bu. Sosyoloji içinde bulunduğumuz bağlamı bize öğretiyor. İçinde bulunduğumuz varoluşsal bağlamı, onun tarihsel olarak bir döneme ait diyebileceğimiz yapılarını bize düşünmemizi sağlayan bir biçimde gösteriyor.

Freud’un bazı teorileri cinsiyetçi yaklaşım olarak görülebilir. Bu yüzden bazı teorileri, özellikle kadınları çok rahatsız ediyor olabilir. Sizce Freud’u cinsiyetçi olmadan okumak mümkün müdür? Bu tarz düşünürleri ve felsefecileri başka bir bağlamda anlamak mümkün müdür veya doğru mudur?

Psikanalizi bir takım feminist problemler ve sorularla bir arada ele almak nasıl mümkün olur diye soruyorsunuz. Freud hep cinsiyet farklılığını düşünürken aslında erkek cinsiyetinin psikolojik gelişimini model olarak almakla eleştirilmiştir. Bence cinsiyeti doğal bir veri olarak görmeyelim dediği için Freud gerçekten çok parlak bir düşünür.

Bu açıdan çığır açıcı ve devrim diyebileceğimiz bir yenilik getiriyor. Nasıl Simone de Beauvoir 1940’larda cinsiyeti tarihsel, kültürel ve toplumsal bir gelişimin sonucu olarak okuduysa Freud da cinsiyeti psikolojik bir gelişimin sonucu olarak okumayı öneriyor.

Bu açıdan yeni bir şey yapıyor. Cinsiyeti doğal bir veri olarak almıyor. Freud’a göre, bahsettiğimiz gelişimin sonunda biz heteroseksüel kadın, erkek veya heteroseksüel olmayan lezbiyen bir kadın veya eşcinsel bir erkek oluyoruz. Yani doğal ve fizyolojik birtakım veriler olabileceğini bütünüyle reddetmiyor ama cinsiyeti de buna indirgemiyor.

Bunu tarihi birtakım yapıları itibariyle okumaya, sökmeye çalışıyor. Bunun ne kadar yeni ne kadar devrimci bir şey olduğunu öncelikle teslim etmemiz lazım.

Freud, örneğin Oedipus kompleksinden ya da hadım edilme karmaşasından bahsettiğinde aslında bu yapıları bize anlatıyor. Ama eleştirebiliriz. Bir düşünür çok çığır açıcı bir adım atmış olabilir ama hala sizin de dediğiniz gibi cinsiyet farklılığını nasıl düşüneceğini bulamamış olabilir. Aslında yaptığı açıklama bir cinsiyeti diğerine indirgiyor olabilir.

Mesela, Freud’u cinsiyet farklılığını yeterince radikal bir biçimde düşünememiş olmakla eleştiren düşünürler var. Bu düşünürlerin aslında zamanının etkisi altında kaldığını da söyleyebiliriz. Bu okumaya “dekonstrüktif” veya “çifte okuma” da diyebiliriz.

Hangi açılardan zamanının ilerisindeydi, ama, hangi açılarından yeterince ileri değildi? O çifte okumanın gereklerini yerine getirmeden hakkını teslim edemeyeceğimiz bir düşünür. Örneğin, Freud küçük oğlan çocuğunun gelişimini almış ve onda birtakım modifikasyonlar yaparak kız çocuğunun gelişimini açıkladığını düşünmüştür.

Fakat kız çocuğu gelişimini kendi içerisinde düşünmeyi başaramamıştır. Bu da aslında psikanalizde erkek, “ataerkil” kültürünün bir göstergesidir.

Ataerkil kültür, bu manada cinsiyet farkını indirgeyen bir kültürdür çünkü kadını hep erkeğe göre ve erkek ile ilişkili ve erkekten dolayı birtakım yapılara tabi tutarak düşünebilmiştir. Burada çok enteresan bir tartışma var.

Feminizm içerisinde şöyle okumayı yanlış buluyorum: Freud artık aşılmıştır. Ampirik psikoloji birtakım şeylerin cevabını zaten ampirik araştırmaya dayanarak veriyor. Dolayısıyla Freud’la başlayalım ama fazla Freud’la vakit kaybetmeyelim.

Aslında Freud yanılmıştı. Bu bence indirgemeci bir okuma, çünkü Freud’u eğer anlamazsak daha sonraki tartışmaları da anlamayacağımız düşünüyorum. Mesela feminist felsefenin veya psikanaliz ile ilgili feminist kuramsal düşünmenin içinde meydana gelen kavramsal bazı yenilikleri, Freud’un eleştirisinden nasıl çıktığını düşünebilmek için bile Freud’un ne yaptığını iyi anlamak gerekiyor.

Ürün tasarımının önceki dönemlerinde fonksiyon çok ön plandaydı. Daha sonrasında “Studio Memphis” ve “Alchemy” adlı iki farklı tasarım grubu buna tepki olarak ürünlerinde asla fonksiyon bulunmayacak şekilde tasarımlar yapmaya yönlendiler. Asla oturulmayacak sandalyeler gibi…

Bir duygu uyandırmayı hedeflediler ve bu “Memphis felsefesi” olarak tasarım tarihinde yerleşmiş bulundu. Bu örnekten yola çıkarak felsefe ve tasarım nasıl kesişebilir?

Tasarım felsefecisi Richard Buchanan’ın metinlerini okumuştum. Orada şu fikri gördüm. Tasarım yalnızca bir eşya tasarımı değildir. Aslında sadece eşyaların, araç gerecin tasarımı olarak düşündüğümüzde biz tasarımı basitleştirmiş oluyoruz. Buchanan, “Tasarım öncelikle ilişkilerin tasarımıdır” diyor. İlişkilerin yani insanlar arası ilişkilerin, belki insanın doğa ile ilişkisinin, başka var olanlar ile ilişkisinin tasarımı olduğunu belirtiyor.

Tasarım bu manada bana çok felsefi bir faaliyet gibi geldi çünkü felsefe de böyle bir şey yapıyor. Felsefe bizim başka var olanlar ile ilişkimizin bir tasarımıdır. Tasarım sadece kavramsal da olabilir. Bunun sadece fonksiyon ile ilgili olmadığını, bunun aslında var olma biçimi ile ilgili olduğunu düşünüyorum. En büyük tasarım, var olma biçiminin tasarımıdır.

Duyguyla bunun ne ilişkisi var? Duygu sadece bir öznel hal değil, aslında duygu bir var olma biçiminin rengi ve atmosferidir. Duygu paylaşılan bir şeydir. Bir var olma biçiminin duygusu dediğimizde biz bunun paylaşılan bir şey olduğunu da tasarımdan biliyoruz.

Mesela bir mekânı bir duygu yaratacak şekilde tasarladığımızda, insanların o mekân içinde belirli bir biçimde ilişkilenmesini sağlıyoruz ve kolaylaştırıyoruz. İnsanları belirli bir biçimde ilişkiler kurmaya çağırıyoruz. Bu anlamda ben tasarımın felsefi bir faaliyet olduğunu ve felsefeden ayrılamayacağını düşünüyorum.

Felsefeye de baktığımızda varlık sorusu bütün var olanlar ile ilgili sorudur ve bizim varlığı anlayış biçimimizi, bütün var olanlar ile nasıl ilişkileneceğimizi belirler. Mesela bütün var olanları hammadde olarak görebilirsiniz, kaynak olarak görebilirsiniz. İnsanları bile kaynak olarak görebilirsiniz. Bu bir ilişkilenme biçimidir ama bu ilişkilenme biçimi iyi midir diye normatif bir soru da var ortada. Doğru mudur? İyi midir? Bu bize nasıl bir gelecek açıyor?

Bu ilişkilenme biçimi, tasarımda bütün var olanlar ile ilişki kurma meselesini gelecek problemi olarak ele alıyor.

Felsefede birçok soyut kavram ile çalışıyorsunuz. Bu makale yazma sürecinizde nasıl ilerliyor? Bu süreçteki deneyimleriniz ilerideki deneyimlerinizi etkiliyor mu?

Ben Derrida üzerine tez yazdım. Bu soru karşısında onu hatırlamamam çok zor olur. Onun temel sorusu yazıydı ve bir hiyerarşiye itiraz etti. Bu hiyerarşi, metafiziğin temel kurgularından bir tanesidir; gerçeklik, gerçekliğin zihindeki temsili, bu temsilin konuşma dilindeki söz olarak temsili, bu sözün yazı olarak temsili ve bütün bunlar arasında bir bakıma bir öncelik sonralık ilişkisinin kurulabileceği iddiasıdır.

Yani yazı sözü temsil eder, söz zihindeki fikri temsil eder, fikir gerçekliği temsil eder gibi bir iddiadır. Derrida bunu bozmaya, sorunsallaştırmaya, reddetmeye çalıştı ve dedi ki “Yazı aslında ilkseldir ve kökenseldir.” Ona göre gerçekliğin kendisi de bir yazıya benzer.

Zihinsel etkinliği de bir yazıya benzetebiliriz. Bir bakıma söz ile yazı arasında öncelik sonralık ilişkisi kurmak sorunludur çünkü aslında söz de bir yazıdır. Burada bahsedilen yazı kavramı, bizim kâğıda yazdığımız işaretlerden çok kökensel veya ilksel diyebileceğimiz bir yazı kavramıdır.

Mesela Derrida, Freud’un bilinçdışı tasarımını da yazıya referansla okur. Yazı yaratıcı bir faaliyettir. Bir bakıma bizim gerçekle ilişkimizi de belirler. En azından dile getirir, temsil etmeyi sağlar.

Benim yazma metoduma gelirsek ben düşünceyi seviyorum. Aslında bütün felsefeciler, filozoflar için bunu söyleyebiliriz. Hepimiz yaşıyoruz. Yaşamak bana göre çok güzel bir şey. Bütün acılarına ve sıkıntılarına rağmen yaşamanın çeşitli hazları var.

Mesela güzel bir yemek yediğimizde veya spor yaptığımızda mutlu oluyoruz. Ama entelektüel hazlar da var. Örneğin güzel bir film seyrettiğimizde, güzel bir mekâna girdiğimizde ve o mekân güzel tasarlandığında, bunun bir entelektüel ve estetik haz olduğunu söyleyebiliriz.

Düşünce ile ilişkisinde de anlamaktan haz almak ve anlamak sayesinde bir bakıma yaşamak var. Hayat çok kolay rutin haline gelebiliyor. İnsan her gün aynı şeyleri yaptığından yaratıcı olabildiği, dünyayı, kendini daha iyi anlayabildiği; kendisi bir şey yarattığı, daha iyi gördüğü zaman daha iyi anlıyor.

Çoğunlukla ne anladığımızı ne kadar anladığımızı çok iyi bilemiyoruz. Yazdığımız zaman neleri anladığımızı, neleri anlamadığımızı çok daha iyi görüyoruz. Yazı benim için böyle bir faaliyet. Bir konuyla ilişki kurmaya çalıştığımda, o ilişkimi dışsallaştırdığımda problemleri daha iyi görüyorum.

Bağlantıları daha iyi görüyorum ve neyin üzerinde daha çok çalışmam gerektiğini görüyorum.

Yazı zaten önceden kurulmuş bir temelin dile getirilmiş bir temsili, ikincil bir ifadesi değildir. Yazı benim anlama ve gerçeklikle ilişki kurma deneyimimin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu anlamda, kendimi hala Derrida’nın bir takipçisi olarak görüyorum.

Yazının, gerçeklikle kurduğum ilişkinin ve kendi zihinsel etkinliğimin bir parçası olduğunu düşündüğüm için yazı benim için bir akıştır. Bir tecrübe yaşamaktır. Bir akışa girmektir. Kendimi bu akışın içerisinde başkalarını daha iyi anlamış ve birtakım öneriler oluşturmuş bir biçimde buluyorum.

Bu bana iyi geliyor, beni mutlu ediyor ve bana haz veriyor. Hatta yaşamak için daha çok sebep veriyor.

Düşünce, akıl gibi kavramlar aslında insan olduğumuz için bize bahşedilmiş şeyler olarak görülüyor. Bunlar uçsuz bucaksız olarak tanımlanıyor.

Bütün yaratıcılığımızı, dünyaya koyduğumuz bütün farkı, diğer canlılardan ayrımımızı bunlar üstünden sağladığımız düşünülüyor.

Sonra da bu kavramlar felsefe, tasarım gibi belirli disiplinlere bağlanıyor, kamçılanıyor, sistematikleştiriliyor, kısıtlanıyor ve belirli şeylere karşı kapatılıyor.

Bu sistematikleşme özellikle felsefe disiplininde, farklı düşüncelere, yaratıcılığa, ilhama ne kadar yardımcı oluyor ve hangi konularda onu kısıtlıyor?

Bizim kurduğumuz entelektüel yapılar farka ne kadar izin veriyor? Gerçekten de farkların ortaya çıkması gibi bir problemden söz edebiliriz. Farklar, doğada mevcut ve çok çeşitli farklılıklar var. Fakat bizim söylemimiz, kavramlarımız, dilimiz bu farklılıkların bir kısmını anlamsızlaştırıyor, önemsizleştiriyor olabilir.

Görmememizi, dikkate almamamızı sağlıyor olabilir. Kavramlar kuramlarımızın, teorik etkinliğimizin ve kültürümüzün içinde inşa edilir. Ancak kültürler de söylemler, normlar; pratiklerden müteşekkildir. Kavramlar birtakım farklılıkları yüklüyor ve onların belirmesini sağlıyor olabilir.

Mesela saçımız uzun olabiliyor, kısa olabiliyor; gözlerimiz çeşitli renklerde olabiliyor.

Doğal olarak baktığımızda herkes birbirinden o kadar farklı ki… Ama örneğin neden cinsiyet farklılığı önemli olmuş, niye diğer farklılıklar arka planda kaybolurken ve göze batmazken bazı farklılıklar bu kadar önem kazanmış?

Bunların önem kazanmasının sebebi kültürel olabilir; kültürel pratikler, inançlar, normlar olabilir veya felsefi birtakım kurgular, metafizik birtakım kurgular olabilir. Yani felsefe tarihinin de buna benzer bir iş yaptığını düşünebiliriz. Mesela akıl gibi bir fark anlam kazanmış.

Biz insanlar, başka canlılardan daha akıllı varlıklarız diyoruz. Ama bazı hayvanların beyinleri de evrim içerisinde başka yönlerde gelişmiş. Bizim yapamadığımız şeyleri bizden daha iyi yapıyor olabilirler.

Bazılarının kısa süreli hafızaları, insanın kısa süreli hafızasından çok daha iyi olabilir. Ama biz bahsettiğim iyiliği de indirgiyoruz çünkü insan ve hayvan arasına tek bir çizgi çekiyoruz, insan-hayvan diye bir karşıtlık oluşturuyoruz. Bu çizgi, var olan bir sürü farklılığı görmememize neden oluyor ve bizi körleştiriyor.

Felsefede adına mantık diyebileceğimiz bir sistematik düşünce var. Argümanlar belirli sıralarla kuruluyor.

Bunların tekrarı ve yapısı, düşüncemizin geçerliliği için büyük önem taşıyor. Ama bu mantık çerçevesinden çıktığımızda çok daha özgür bir düşünce metodu da bulmamız mümkün.

Belki doğruya değil de gerçeğe yakın şeyler yaratıyor olmamız mümkün. Sizce sistematik düşüncenin, özgür düşünceye olan etkisi nedir?

Nietzsche’den ilham alarak yanıt vereyim: Mantık, kavramsal ve sistematik düşünme bir bakıma hayatı şematikleştirmeyi ve kolaylaştırmayı sağlıyor. Yaşamın daha karmaşık olabilecek güçlerini daha iyi denetlemeyi, daha iyi kontrol altına almayı sağlıyor. Ama örneğin sanat bu çerçeveye sıkışmıyor.
Sanat, Nietzsche’nin “görü” dediği bir alanda.

Sanat, birtakım sınırlamalar veya kısıtlamaların dışında bir yaratıcı faaliyet açıyor. Deleuze’ün, “Felsefe kavram yaratır, kavramlar ile çalışır ama sanat duygular ile çalışır.” iddiasını da bununla ilişkilendirebiliriz. Bazı deneyimler, mantığın ve sistematik düşüncenin alanında çok iyi ifade edilemeyebilir.

Edebiyat, sanat, görsel sanatlar bunun için var. Bir film seyrettiğimizde o filmde ele alınan problemi felsefi bir biçimde tartışabiliriz, felsefi olarak kavramsallaştırabiliriz. Ama yaptığımız şey, o filmi izleyen bir insanın o meseleyle kurduğu duygusal ilişki kadar açılım getirmeyebilir.

Edebiyatta da görsel sanatlarda da bir düşünme var. Bu düşünme kavramsal düşünmeyi aşan bir nitelikte ve kavramsal düşünmenin giremeyeceği birtakım derinlikleri, imkanları da işaret ediyor.

“Ph.D.” unvanını Türkçeye “felsefe doktoru” olarak çevirebiliriz. Bu unvanı alabilmek için bilimsel metotları takip eden bir araştırma yürütmek gerekiyor ancak her disiplinde aynı bilimsel metotlar ve sistematik düşünce kullanılıyor.

Tasarım gibi disiplinler için daha uygun metotlar olabileceğine dair tartışmalar devam ediyor. Bu metotların tasarım ile ne kadar ilişkili olduğu hakkında çok büyük tartışmalar da var.

Felsefeden yani düşünce biliminden çıkan sistematik metotların, tasarım gibi biraz daha yaratıcı disiplinler ile ilişkilendirildiği noktada daha üst bir düşünce metodu olabilir mi?

Felsefe bir üstüne düşünme faaliyetidir böylece bir etki meydana getirir. Bir deneyimin üstüne, başka birisinin yarattığı kavramsal bir yapı üstüne, bir tasarım üstüne düşünmek açımlamayı hedefler. Hegel “Minerva’nın baykuşu yalnızca alacakaranlıkta uçar.” demişti.

Felsefenin bir metaforudur buradaki baykuş. Bütün gün geçmiş, olanlar olmuştur ve hava karardığında baykuş harekete geçer. Yani olan biten, zaten olmuş olan, zaten ortaya çıkmış bir ürün üzerine konuşur.

Aynı şey tasarım üzerine düşündüğümüzde edebi bir ürünü kuramsallaştırdığımızda, bir sanat eserini felsefi bir bağlamda yorumladığımızda gözlemlenir. Söz konusu olanlar üzerine dönmek ve konuşmak, onları yorumlamak, açımlamaktır.

Tabii burada bir performans var. Aslında sanatlar ve üretilmiş olanlar ile ilişkisi içerisinde felsefi bir performans var. Bütün üretim, kavramsal bir denetim altına alınmalı mı emin değilim. Fakat üretime eşlik eden bir kavramsal yorumlama faaliyeti olmalı ve olacaktır.

Bu zenginleştirici bir şey. Ama bütün üretimi, bir deli gömleği gibi önceden üretilmiş bir şey içine sığmaya zorlamak sanatın özüne aykırı. Çünkü her sanat, her tasarım bir yenilik getirmek zorunda.

Yenilik, önceden var olan şeyin yasasına bir itiraz olmak zorundadır. Yani yenilik kendi yasasını ortaya çıkarmak zorunda. O yasanın da ne olduğunu, anlamını, sınırlarını tartışacak bir felsefi faaliyet olmalı. Bu faaliyet, filozofu düşünmeye davet eden yeni bir çerçeve çıkarır ortaya.

Önceden var olan kuramlar, paradigmalar zaten hep elde mevcuttur ama bunlar itiraz edilmek, sorgulanmak, aşılmak içindir. Yoksa ortaya yeni diye bir şey çıkmaz, her şey tekrara döner.

Tekrarın da belirli bir değeri var. Tekrarın da mükemmelini yapabilirsiniz ama yeninin ortaya çıkması, yeni bir yasanın ortaya koyulmasıdır.

Hem kavramlardan hem de insani ve çağdaş meselelerden beslendiğinizi söylediniz. Bir felsefeci insani ve çağdaş meseleleri nasıl sistematik bir düşünce haline getirir?

Kendimi çağdaş felsefeci olarak gördüğüm için, benim için önemli bir soru. Çünkü yeni birtakım deneyimler var. Örneğin siyasi bağlama baktığımızda birtakım problemlerin geçmişte de var olduğunu görüyoruz.

Mesela Foucault, çağdaş bir düşünür ve egemenliği sorguluyor. Klasik egemenliği “biyoiktidar” ile karşılaştırıyor. Modern çağda iktidarın, biyoiktidar biçimini aldığını söylüyor.

Bunun aslında nasıl tasarlandığını, bu tasarımın aslında geçmiş egemenlik tasarımından nasıl farklı olduğunu gösteriyor. Ama günümüzde çağdaş felsefe ile ilgilenen birisinin bugünkü teknolojik gelişmelere bakması gerekir.

Foucault 1984’te öldü. Bugün artık robotlar var.

Teknolojinin bugün ulaştığı noktada yapay zekâ ile, bunun dar veya genel olma imkanları ile birlikte iktidar anlayışını da yeniden düşünmemiz gerekmez mi?

İnsanlık bu teknoloji tarafından nasıl değiştirildi? Siyaset bununla ilişkili olarak nasıl değişti? Bu yeni bir düşünmeyi, yeni bir kuramı çağırmalı. Ortaya, “Buna artık biyoiktidar demeli miyiz, dememeli miyiz?” diye bir soru çıkmalı.

Yani insanlığın yeni deneyimlerini alıp felsefenin daha önce bildiği problemleri mesela iktidar problemi, egemenlik problemi, demokrasi problemi gibi başka problemlere bakılmalı. Bunların bu bağlamda neye dönüştüğü, nasıl yeni bir biçimde sorulabileceği, nasıl yeniden kuramsallaştırılabileceği sorgulanmalı.

Çağdaş felsefe bunu yapmak istiyor. Bu yüzden çağımızın düşünürlerinin ne dediğini merak ediyoruz. Felsefe tarihçisi de olabilirsiniz. Aristoteles’in eserlerini yorumlamakla da kendinizi sınırlayabilirsiniz. Veya Descartesçı bir düşünür olabilirsiniz, uzmanı olabilirsiniz. Ama çağdaş felsefe sadece Heidegger veya 20. yüzyılın bir düşünürü ile ilgili derin bilgi sahibi olmak değil çağının problemleriyle ilgilenmektir.

Daha önceki kavramlar ile ilişkilendirilmeyen bir felsefe mümkün olabilir mi?

Düşünce aslında kalın bir şeydir. Gündelik hayatımızda bunun çok farkında değiliz. Düşünme dilden bağımsız değildir. Yazı, söz gibi kavramlar da biz onları düşündüğümüz zaman bizde dilsel varlıklarıyla bulunuyorlar.

Bunların bir tarihi var. Bu tarihten bihaber olduğunuz zaman aslında geleneğe esir düşebilirsiniz. Kavramlar, bize anlam tarihinden miras kalmıştır. Hepsini biz yaratmadık, bize onlar dil aracılığıyla verildi. Bunlar başkalarının yarattığı şeyler ve biz de bu mirasın taşıyıcısıyız.

İnsanlığın mirasının taşıyıcısıyız. Bu tarihten bihaber olunduğu zaman yeni bir şey yaratıldığı sanılabilir ama çoğunlukla yeni bir şey olmuyor. Amerika’yı yeniden keşfetmek gibi bir şey oluyor.

Birtakım problemleri iyi tanımak lazım ki neyin yeni olup olmadığını bilelim. Tasarım tarihi için de aynı şey söylenemez mi? Bu tarihi bilmezsen kendini çok devrimci, yepyeni bir şey yapıyor sanabilirsin. Halbuki hiç yeni olmayabilir.

Felsefede de düşünmede de aslında aynı şey geçerli. Birtakım problemleri öğrenmek, bilmek, bu mirasa karşı bir sorumluluk taşımak zorundayız.

Aslında Levi-Strauss’un dediği gibi, “Hep ne bulduysa onunla inşa eden bir yapı ustası (bricoleur) gibiyiz.” Ama kendimizi hep yepyeni bir malzeme kullanarak bir yapı inşa eden bir mühendis sanıyoruz. Mühendisler daha evvel kullanılmamış bir malzeme kullanır.

Düşünmek öyle değildir. Biz daha evvel kullanılan malzemeyi kullanıyoruz. Bunun farkında olmamız gerekiyor.

Robotların insani bir hisse yaklaştırılmaya çalıştığını biliyoruz. İnsan-hayvan arasındaki ayrımdan da bahsetmiştik. Bu çaba, robotların üzerinde insansılaştırma üzerinden hakimiyet kurmak için midir? Bunu felsefi anlamada nasıl okuyabiliriz?

Bu çok önemli bir felsefi problem. Son yıllarda insan-hayvan meselesiyle ilgili sorgulayıcı ve dikkate değer çalışmalar yapıldı. Aslında son 30 yıla bakarsak çevre felsefesinin gelişmesiyle, hayvan özgürleştirme hareketi içerisinde, etik araştırma alanı içerisinde insan-hayvan ayrımını net bir biçimde birbirinden ayıran ve bir hiyerarşi kuran düşünmeyi sorgulayabildik.

Fakat bu yetmiyor. Şimdi üzerine düşünülmesi gereken şey, insan ve yapay zekâ veya yaşam ile yaşam olmayan arasındaki çizgiyi nasıl çektiğimizi belirlemek. Bunu şimdiye kadar pek düşünmedik. Birdenbire ortaya birtakım tasarım ürünleri çıktı.

Aslında kurduğumuz kavramsal çerçeve de şu an sağlam değil ve sorgulanmaya açık. Yeniden tasarlanması gereken felsefi meseleler ile bakış açımızı yeniden tasarlamak zorundayız.

Biyolojik veya yaşam olan zekâ ile yapay zekâ arasında ne fark var? Teknik veya tıbbi bir dille farkları anlatabiliriz. Ama etik ve politik statü açısından bunlar arasında nasıl bir ilişki ve fark var? Örneğin Suudi Arabistan Sophia’ya vatandaşlık verdi. Vatandaşlık politik bir statüdür. Yapay zekâ vatandaş oldu.

Vatandaş demek haklara hakkı olan yurttaş, kişi demektir. Örneğin yapay zekâ varlığının bu haklara sahip olmasına veya olmamasına neye göre karar vereceğiz? Bunlar birtakım algoritmalar ile düşünüyor. Belki biz de birtakım algoritmalar ile düşünüyor olabiliriz.

Yapay zekâ ile aramızda düşünmek açısından bir fark var mı? Belki onlar bizim yapamadığımız şeyleri yapıyorlar. Onlar ile ilişkimizin ne olduğu konusunda büyük bir kavramsal belirsizlik içinde bulunduğumuz bir çağda yaşıyoruz. Felsefe en çok burada lazım. Bu çağda.

Bu çok önemli güncel bir problem. Gelecekle ilgili bir problem. Tasarım şu an büyük bir açılım yaptı. Bu varlıkları ortaya çıkardı. Ama felsefi, etik ve siyasi çerçeve henüz geride ve geriden gelecek. Birtakım kavramsal sınırların çizilmesi lazım.

Bu sınırların nasıl çizileceğine dair büyük bir belirsizlik var. Bu konuda karar veren sadece yapay zekâ üzerine çalışan mühendisler değil. Etik, hukuk veya siyaset felsefesi alanında verilecek kararlar aslında geleceği belirleyecek. Burada felsefeye çok ihtiyaç var.

Çok güncel ve çok önemli bir mesele. Sınırları ve ilişkiyi nasıl kuracağız? Birtakım teknolojik gelişmeler oluyor ama belirsizlik içerisindeyiz. Kavramsal bir belirsizlik içerisindeyiz.


Zeynep Direk 1998 yılında Memphis Üniversitesinden doktorasını tamamlamış, 2014 yılına kadar Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümünde öğretim üyesi olarak görev almıştır. 2014’ten beri Koç Üniversitesi Felsefe Bölümünde öğretim üyesidir. Derrida Critical Assessments (Routledge, 2001) ve A Companion to Derrida (Blackwell, 2014)’nın editörüdür. Başkalık Deneyimi (Yapı Kredi, 2005) adlı bir kitabı vardır. Feminizm, kıta Avrupası felsefesi, siyaset felsefesi ve etik alanında Türkçe, İngilizce ve Fransızca çok sayıda makale yayınlamıştır. Cinsiyetli Olmak (Yapı Kredi, 2004), Sonsuza Tanıklık (Metis 2003), Dünyanın Teni (Metis 2003), Jean-Paul Sartre: Tarihin Sorumluluğunu Almak (Metis, 2010), Irk Kavramını Kim Etti? (Metis, 2001), Çağdaş Fransız Düşüncesi (Epos, 2004), Levinas Okumaları (Pinhan, 2011), Platon’un Eczanesi (Pinhan, 2011) gibi birçok Türkçe derleme kitabı yayına hazırlamıştır. Zeynep Direk Cogito’nun yayın kurulu üyesi​, Avrupa Kültür Parlamentosu Türkiye temsilcisidir.

Tasarıma Paralel Olarak Tarih Biliminde de Artık Tüm Paydaşları Anlamaya Çalışmak Söz Konusu

Yonca Köksal
Hazırlayan: Hüseyin Uğur Genç

Dünya çalkantılı bir dönemde. Bu yüzden zaman zaman aklımıza geliyor. Sizce tarih tekerrürden ibaret midir?

Tarih tekerrürden ibaret değildir aslında. Bu tarihi nasıl anladığımızla bağlantılı bir durum. Farklı farklı anlayabiliriz. Yapısal dönüşüm olarak anlayabiliriz ya da 19. yüzyıl öncesindeki tarih anlayışında olduğu gibi tarihi kişiler üzerinden okuyabiliriz.

O zamanlar büyük imparatorlar, savaşlar ve siyaset adamları üzerinden bir tarih okuması yapılıyordu. 19. ve erken 20. yüzyıldaki dönüşümlerle birlikte yapısalcı diyebileceğimiz siyasi, iktisadi, sosyal dönüşümlerin bütününe bakan Annales okulunun “long druee” olarak adlandırdığı yeni bir bakış açısı gelişti.

Karl Marx’ın dediği gibi “İnsanlar tarihlerini kendileri yapar fakat bunu istedikleri şekilde, kendileri tarafından seçilmiş koşullar altında yapmazlar.” Dolayısıyla bu ikisinin bir araya geldiği noktalara bakmak lazım. Böyle baktığımızda da aslında belli dönemlerde belli siyasi, iktisadi ve sosyal faktörler kendilerini tekrarlayabiliyorlar.

Dünyamız birtakım kriz dönemlerinden geçiyor. 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başında merkantilist politikaların hüküm sürdüğü korumacı ekonomilerin, bir krizle liberal ekonomiye dönüştüğünü gördük.

Dünyamız 1920’lerde başka bir ekonomik krizden geçti. Kriz dönemlerinden geçişlerde çok önemli değişimler oluyor. Birtakım iktisadi-siyasi faktörler bir araya gelebiliyor. Bu tarz dönemlerde bazı olayların birbirlerini hatırlattığını söyleyebiliriz.

Örneğin bugünkü dünyanın durumu ya da Türkiye’nin durumu tarihte hangi dönemlere benziyor diye baktığımızda iki dünya savaşı arasına benzetebiliyoruz.

İki Dünya Savaşı arasındaki dönemde de benzer ekonomik krizler ve radikal ideolojilerin yükselmesi görülüyor. Ama bunlar tam anlamıyla birer “tekerrür” değiller.

Bunları birtakım şartların benzemesi veya daha önceden olan birtakım olayların hatırlanması olarak görebiliriz. Ama bu, benzer şartlardan her zaman benzer sonuçlar ortaya çıkması anlamına gelmiyor.

Yani 1770’lerdeki merkantilizm krizi önce liberal ekonomiyi doğurdu sonra 1920’lerdeki büyük ekonomik kriz, Keynesyen politikaların izlendiği sosyal devlete doğru giden bir süreci ve bunun üzerine de bir savaşı doğurdu.

Tasarım konseyi, 2016’da aldığı bir kararla tasarımın tanımı değiştirdi ve artık tasarım sadece bir nesneyi ya da mekânı değil, aynı zamanda verilen hizmetleri de kapsayacak bir çerçeveye yerleştirildi.

Böyle düşündüğümüzde bir servis olarak nitelendirebileceğimiz devlet düzeni de problemleri ve planlamasıyla tasarım sürecini içermesi gereken bir olgu.

Peki sizce devlet tasarlanan bir şey midir?

Devlet odaklı düşünülürse “Devlet nasıl oluşur?” sorusu ortaya çıkıyor.

Bu soruya çok farklı cevaplar verilebilir. “Devleti kim tasarlar?” sorusuna; Marksist bakış açısı devleti bir grubun tasarladığını söylerken, devletçi bakış açısı devletin kendi başına bir aktör olduğunu ve yönetici elitlerden oluştuğunu, toplum içinde devlet bakış açısı ise farklı aktörlerin aralarındaki ilişkilerden bir düzenin ortaya çıktığını savunurlar.

Marksist açıdan bakıldığında devletin oluşumu bir sınıf sürecine bağlıdır. Devlet, burjuva sınıfının egemenliği altındadır ve devletin bir otonomisi yoktur.

Dolayısıyla burjuva sınıfının çıkarları, devletin çıkarları ile örtüşür. Antonio Gramsci ise “kültürel hegemonya” fikrini ortaya atar ve devletin sadece bir sınıf ya da materyal çıkarının olmadığını, aynı zamanda kültürel bir hegemonyasının da var olduğunu gösterir.

Bu bakış açısıyla öyle bir ikna oluruz ki devletin çok doğal bir oluşum olduğunu kabul ederiz ve “Devlet olmazsa hiçbir şey olmaz.” diye düşünürüz. Osmanlı döneminden beri “baba devlet” kavramını ve tek bir otoritenin varlığını kabul etmiş bir toplumuz.

Bu anlayışa göre devlet, bir baba gibi evlatlarını yani toplumu kucaklar. Ama devlet birtakım güç ilişkilerinin ve çatışmaların sonucunda ortaya çıkan bir olgudur ve bu bakış açısında aslında devletin çok fazla bir otonomisi yoktur.

Bunların yanında 1960-70’lerden başlayarak devlet odaklı bir bakış açısı ortaya çıkmıştır. Bu görüş, bazı sınıfların devletten birtakım çıkarları olabileceğini ama bu düzende devletin otonom ve bağımsız bir aktör olduğunu savunur.

Yani devlet kendi kendine davranma ve politikalar üretme kapasitesine de sahiptir. Bazen de bu politikalar, yönetici sınıfın çıkarları ile de çatışabilir. 1990’lardan itibaren de devletçi bakış açısı üzerine, “toplum içinde devlet” görüşü ortaya çıktı.

Bu görüşe göre devlet, toplum içinde oluşur ve her şey bir ilişkinin ürünüdür. Devletin var olması için bir toplumun var olması gerekmektedir ve devlet de toplum da çok durağan kavramlar değillerdir.

Kendi içlerinde anlaşmalar, çıkar ilişkileri ya da çatışmaları vardır. Yani bu bakış açısına göre tek bir tasarım yoktur, farklı aktörlerin birbirleri ile olan ilişkilerinden ortaya çıkan bir devlet düzeni vardır.

Günümüzde çoğumuzun bildiği tasarım, dikte edilen bir tasarım anlayışı üzerine kurulu.

Son yıllarda bu tasarım anlayışı, tüm paydaşların bir araya gelmesi ile tasarım sürecine katkıda bulunması anlayışına evriliyor.

Örneğin bir bardağın tasarım sürecinde bardağı üreten, bardaktan bir şeyler içen, bardağı yıkayan gibi tüm aktörler bir araya geliyor ve tasarım sürecinde yer alıyorlar.

Sizce Tanzimat döneminde de bu bakış açısı ile mi reformlar yapıldı?

1990’lardan itibaren tarih araştırmaları da bu yönde değişiklik gösterdi. Tarihsel süreç, aşağıdan yukarıya bakılarak incelenmeye başlandı.

Tanzimat dönemi araştırmaları da bu dönemden itibaren direkt kanunnamelerle ve yönetici elitlerin uyguladığı politikalarla sınırlı kalmak yerine “Hangi gruplar ve sosyal aktörler bu süreçte nasıl görev aldı”, “Reformlara nasıl tepkiler verdi” ve “Reformlar bu gruplar üzerinde ne gibi dönüşümlere yol açtı?” sorularını incelemeye başladı.

Tasarım süreci ve tasarım ürünleri tarih boyunca bir grubun propaganda aracı olarak kullanılmalarıyla karşımıza çıkıyorlar.

Örneğin Birleşik Devletler’in “Seni istiyorum!” (I want you!) diyen Sam Amca’sı ve savaş döneminde kadınları çalışmaya çağıran propaganda posterleri var.

Ya da Hugo Boss’un Nazi askerleri için tasarladığı üniformalarla, Mussolini’nin Sovyet mimarisi karşısında güç gösterisi amacıyla yaptırdığı faşizm mimarisi karşımıza çıkıyor.

Ama günümüzde bilgiye ve karşı bilgiye ulaşmak ya da doğru ve yanlış bilgiye ulaşmak çok kolaylaşmış durumda.

Eski ile karşılaştırırsak teknolojinin gelişmesi baskın grupların iletmek istedikleri mesajları sizce nasıl etkiliyor?

Teknolojinin gelişmesi, baskın grupları etkilemesinin yanında, bu gruplara karşı olan tarafları da etkiliyor.

Bu durumun bizler için iyi ve kötü sonuçları olabilir.

Örneğin dini temelli radikal hareketlere baktığımızda eskiden bir kişi bir grubun içine girip o ideolojiden etkileniyordu. Ama günümüzde artık bir insanın radikalleşmesi için herhangi bir şekilde fiziksel etkileşimde bulunmasına gerek kalmadan bilgisayar karşısında zaman geçirmesi yetebiliyor.

Teknoloji ile birlikte evlerimizde de sosyal medyanın yarattığı bir dünyanın içerisindeyiz aslında. Hem eskisi kadar sosyal değiliz hem de yatak odamızda bile sosyalleşiyoruz diyebiliriz. Bir yandan da bu sürecin bireyleri özgür kıldığı yanları da var. Her türlü fikre evden ulaşabiliyoruz ve bu bir muhalefet alanı yaratabiliyor.

Bu özgürleşme ile “Bir şey yap, insanlara empoze et” fikri geçersizleşmeye, kullanıcı kitlesinin düşünceleri ve tepkileri daha da önem kazanmaya başlıyor. Belki de gelecekte bir tasarım için hedef kitlesinin nasıl tepkiler vereceğini tespit edebileceğiz.

Tarih araştırmasında, kostüm, giysi ya da aksesuarlar tarihi anlama ve yorumlamada nasıl bir referans oluyor ve bu birikim nasıl kullanılıyor?

Moda tarihi üzerine pek çok çalışmalar var. Moda, “kamuoyu” dediğimiz kavramın ortaya çıkışı ile birlikte 18. yüzyılın sonunda ticaretin genişlemesi ve iktisadi gelişmeler sayesinde ortaya çıkan bir kavram.

Osmanlı tarihinde insanların ne aldığını ne giydiğini ve ne yiyip içtiğini araştıran tüketim çalışmaları üzerinden modadan bahsedilmekte. Bu çalışmalar, dönemin tüketim alışkanlıklarını göstermenin yanında bize o toplumdaki güç dengeleri hakkında da bilgi verebiliyorlar.

Mesela bazı nesneler toplumda gücün, statünün ve zenginliğin sembolü olabiliyorlar. Donald Quataert’in derlediği Consumption Studies and the History of the Ottoman Empire (Tüketim Çalışmaları ve Osmanlı İmparatorluğu Tarihi) isimli kitaptaki birkaç makale Lale Devri’nde tüketim ve moda arasındaki ilişkiden bahseder.

Araştırmalarda tüketim toplumunun oluşması Lale Devri’ne kadar çekilir. Osmanlı’da o dönem kültürel ve siyasal olarak Batıdan etkilenmeler oluyor. Bu etkilenmelerle birlikte bahçecilik önem kazanıyor ve bahçe kavramı devlette sahip olunan statünün bir göstergesi haline geliyor.

Dolayısıyla moda dediğimiz şey güç ile de alakalı bir şey. 19. yüzyılın başlarında devlet dairelerine 2. Mahmud’un portreleri asılmaya başlanıyor ve 2. Mahmud erken modernleşmenin bir simgesi haline geliyor.

2. Abdülhamit başa geldiğinde dine uygun olmadığı için portrelerin asılmasını yasaklıyor. Buna rağmen 2. Abdülhamit yaptırılan her saat kulesine, sokaklara, caddelere, Ermeni kiliseleri gibi pek çok yere astırdığı hem İslam hem Osmanlı geleneklerinden ögeler taşıyan tuğrası sayesinde Osmanlı’nın en görünen sultanı olabiliyor.

Tuğrasına ek olarak Osmanlı’nın tanıtımını yapmak, zenginliğini göstermek amacıyla Avrupa’ya gönderilmek üzere Osmanlı tebaasının yaşam tarzlarını, öğrencilerin ve askerlerin üniformalarını içeren fotoğraf albümleri hazırlattırıyor.

Bu dönemde “itidal” anlayışı yerine zenginliği ve ihtişamı gösterme anlayışı başlıyor. Örneğin “Hereke halısı” moda oluyor ve zenginlikle doğru orantılı olarak halıların gösterişliliği de artıyor.

Osmanlı’da moda hem Batılılaşmanın hem de gücün ve servetin göstergesi haline gelebiliyor.

Araştırmanızı yapmaya nasıl başlıyorsunuz ve arşivleri tararken izlediğiniz kriterler ve yöntemler nelerdir?

Kısaca sormak gerekirse bir tarihçi nasıl araştırır?

En başta bir araştırma sorusu ile başlıyorum. Teorik okuma, pratik soru oluşmasına yardımcı oluyor.

Örneğin 1990’larda birkaç çalışma dışında “Tanzimat reformları gerçekten denildiği gibi tepeden inme reformlar mıdır? Tanzimat’ın uygulanmasında bölgesel farklılıklar var mıdır?” sorusunu araştıran çok az sayıda çalışma vardı.

Araştırmamı bu yönde ilerletmeye karar verdikten sonra karşılaştırmak için iki bölge seçmem gerekiyordu ve Osmanlı’nın merkezine yakın Balkanlardan Edirne bölgesini ve Anadolu’dan da Ankara’yı seçtim.

Bu belirlemelerden sonra da arşivde araştırma yapmaya başladım. Bir katalogda yazanı başka kataloglarla karşılaştırarak bu araştırmayı sürdürdüm. Bu süreçte sadece tek bir araştırma sorusu ile kısıtlı kalmayıp kataloglarda karşılaştığım olaylar için de yeni araştırma soruları ortaya çıkarıyordum.

Dolayısıyla arşiv araştırmaları bizlere yeni sorular sormamızda yardımcı oluyor. Örneğin Tanzimat Dönemi’ni araştırırken aşiret iskânları konusu sürekli karşıma çıkıyordu.

Tezime başlarken aşiret iskânıyla ilgili bir sorum olmamasına rağmen, arşiv araştırmasında elde ettiğim belgeler sonucunda konuyla ilgili sorularım oluştu ve bu konu üzerine de çalışmalarda bulundum.

Arşivlerdeki belgelerde devlet taraflı bilgilerin olma ihtimali epey yüksek ve bir belgeyi tutan bir memur, o dönemde rüşvet alıp taraflı bir veri tutmuş olabilir.

Peki, arşivlerden ulaşabildiğimiz bilgilerin güvenirliği hakkında nasıl bir yorumda bulunursunuz?

Günümüzdeki olayları ve toplumları çalışan araştırmacılar bilgiye daha rahat ulaşabiliyorlar.

Örneğin bir sosyolog bir toplumu gözlemleyip, birebir görüşmeler ve anketler yaparak veri toplayabiliyor. Ama tarih araştırması yaparken çok kısıtlı kaynaklar mevcut ve bir tarihçi elindeki ile yetinmek zorunda.

Bu güvenirlik sorununun iki çözümü mevcut. Birincisi, tek bir arşiv ile yetinmeyip başka arşivleri kullanarak ulaşılan bilgiyi kontrol etmek.

Örneğin Tanzimat Dönemi’ni araştırırken o dönem Osmanlı’da bulunan İngiliz konsoloslarının raporlarından ve İngiliz arşivlerindeki belgelerden çokça yararlandım.

Ne Osmanlı ne de yabancı ülkelerin arşivleri tek başlarına güvenilir değiller, sürekli karşılaştırmak gerekiyor. Ama örneğin aşiret iskânı konusunda elimizde sadece Osmanlı Devleti’nin memurlarının tuttuğu kayıtlar mevcut ve bu konuyu incelerken sadece bu kayıtlar üzerinden araştırma yürütmek zorunda kalıyoruz.

Tek bir arşivle yetinilen konularda da o arşivin içindeki farklı kataloglarda aynı konuyla ilgili olarak, farklı aktörlerin yazdığı belgeler karşılaştırılarak araştırmanın güvenilirliği arttırılabilir.

Sizin bir tarihçi olarak bilgiye erişim konusunda karşılaştığınız sorunları ve gelişen teknolojiyi düşünürsek sizce günümüzün tarihsel bilgileri nasıl saklanırsa geleceğin tarihçilerinin işine yarar bir şekilde sunulabilir?

Teknolojinin gelişmesi aslında önceden belirttiğim gibi bizi hem iyi hem de kötü etkileyebilir.

Yakın zamana kadar bizim arşivlerimizde dijital kataloglar bulunmuyordu. Örneğin şeriyye sicillerini görmek için Sultanahmet’teki müftülüğe gitmek zorunda kalıyorduk.

Şimdi ise dijitalleşmenin verdiği bir avantaj ile Osmanlı arşivlerindeki belgelerin önemli bir kısmı artık internet ortamına aktarıldı. Artık bu arşivlere eskiye göre daha kolay ulaşabiliyorsunuz.

Ayrıca günümüzde okur yazarlığın artmasıyla toplumun farklı kesimlerine ait belgeler elimizde kalacak. Ama bir yandan da Çiğdem Maner’in dediği gibi bir arkeolog gözünden düşündüğümüzde dünyanın birçok yerinde savaşlar var ve arşivler yok ediliyor. Örneğin Irak’ta muazzam bir müze vardı ve yok oldu.

IŞİD Suriye’deki arkeolojik mirası yok ediyor. Dünyanın birçok bölgesinde savaş ve bombardıman sonucu neler yok oluyor hiç bilemiyoruz. Bunlara ek olarak devletlerin hangi belgeleri sakladıklarını, hangilerini yok ettiklerini bilemiyoruz.

Tıpkı Osmanlı’nın ve Kuruluş Dönemi Türkiye’sinin bazı arşivlerine ulaşamadığımız gibi belki de yine birçok arşive ulaşamayacağız.

Şimdiye kadar tarihin nasıl tasarlandığını, araştırmalarınızı nasıl tasarladığınızı ya da devletlerin nasıl tasarlandığı üzerine konuştuk.

Tarihin sübjektif bir konu olmasına rağmen konuşmalarınızı hep objektif bir bakış açısı ile yapıyorsunuz.

Peki siz bu sübjektif yapı içerisinde objektif düşüncelerinizi nasıl tasarlıyorsunuz?

Bu aslında tüm sosyal bilimcilerin üzerinde düşündüğü bir konu. Mühendislik, fen bilimleri ve tıp gibi alanlarda yapılan araştırmalarda kesin sonuçlara varılabilirken (ki bu alanlarda da verilerin yorumlanmasına ihtiyaç duyuluyor) esasen sosyal bilimlerde yapılan yoruma dayalı bir iş.

Objektiflikle sübjektiflik arasında nasıl bir denge kurulması gerektiği çok önemli bir problem. Araştırma konusu seçerken de sübjektifsiniz çünkü kendi ilgi alanınıza göre sorunuzu belirliyorsunuz.

Sorunuzu çalışırken, analiz ederken ve birtakım çıkarımlarda bulunurken de belli bir bakış açısından yorumladığınız için de aslında sübjektifsiniz.

Bu konuda kendime Max Weber’in düşüncelerini örnek alıyorum diyebilirim. Weber’in “intersubjectivity” kavramı çalışma konumuza karar verirken sübjektif olduğumuzu ama bir kere sorumuzu sorduktan sonra o soruyu çalışırken kullanacağımız yöntemlerin herkes için anlaşılabilir olması gerektiğini savunur.

Weber’e göre hangi ülkeden veya kültürden olursa olsun bilim insanlarının yaptığımız işi, nasıl çalıştığımızı anlayabilmeleri gerekiyor ve bu bağlamda yöntemlerimizin bir şekilde evrensel olması gerekiyor.

Çalışmalarımızın objektif olması için arşivlerde bize sunulan her belgeye şüpheyle yaklaşmakta, sorgulamakta fayda var.

Bilgileri farklı arşivlerden farklı kataloglardan karşılaştırmak gibi belli kriterlerimizin olmasına ihtiyacımız var.

Tarih anlatımında genellikle ideal olanı anlatmaya bir yönelim mevcut. Tarih araştırmalarında bir doğruluk ölçeği bulunuyor mu?

Bir belgeden herkes farklı bir şey anlayabilir ve zamanla yorumlamalarımız değişebilir. Örneğin bir Rus tüccarının koyun ticareti üzerine yazdığı bir belge aşiret iskânı üzerine yaptığım bir çalışmamdaki düşüncelerimi değiştirdi.

O belgeye kadar aşiret iskânını devlet odaklı düşünmüştüm, o belgeden sonra sorumu değiştirerek aşiret merkezli çalışmamı yürüttüm ve farklı sonuçlar çıkardım.

İskânı merkezileşmeye katkı sağlayan devlete vergi, asker ve güvenlik gibi konularda fayda sağlayan bir unsur olarak düşünmek yerine iskân edilen aşiretlerin vazgeçmek zorunda kaldıkları iktisadi faaliyetlerin hem aşiretler hem de devlet için olan önemini sorgulamaya başladım.

Bu yüzden tek bir belge ile sınırlı kalmamak ve o dönemdeki güç ilişkilerini anlamaya çalışmak lazım.

Yazılı tarih araştırmaları yanında belleğe dayalı sözlü tarih araştırmalar da yapılıyor. Ama bu çalışmalarda biriyle yapılan röportaj sırasında sorulan sorunun soruluş şekli bile gelebilecek cevapları etkileyebiliyor.

Bu tarz çalışmalarda nasıl teknikler uygulanıyor ve toplanan veri nasıl bir süzgeçten geçiriliyor?

Sözlü tarih seneler önce olan olayları kişilerin nasıl hatırladığını anlamak ve analiz etmek için yapılan bir araştırma aslında. İnsanların hafızası ne kadar aynı kalıyor bilemiyoruz.

Bu yüzden sözlü tarih yapmanın çeşitli teknikleri var. Bir kişi ile bir kere mülakat yapmak yerine birkaç defa aynı insanla mülakat yapılabiliyor. Örneğin Yunanistan’da milliyetçiliğin yaratılması hakkında Anastasia Karakasidou’nun bir kitabında bu yöntem izlenilmiştir.

80 yaşlarındaki bir kadın ile mülakat yapılıyor ve kadın, araştırmacıya çok tanıdık olan devlet merkezli tarihi anlatıyor. O kadın ile ikinci defa mülakat yapıldığında yine aynı hikâyeyi anlatıyor ama bu mülakatta araştırmacı bir değişiklik fark ediyor.

Üçüncü defa mülakat yapmak için gidildiğinde mülakat yapılan kişi araştırmacıya bir güven duymaya başladığı için aslında Bulgar olduğunu, Yunancayı sonradan öğrendiğini anlatıp farklı bir tarih kurgusu anlatıyor.

Sosyoloji ve antropoloji alanlarında da benzer yöntemler uygulanabiliyor ama bu sözlü tarih olunca tamamen hafızaya dayalı bir araştırma süreci içine giriyorsunuz.

Tarihte hiç spekülatif çalışma oluyor mu? Olmuyorsa da sizce nasıl olabilirdi?

Bir olayı anlamaya çalışırken spekülatif sorular sormak iyi bir alıştırma oluyor bir araştırmacı için.

Örneğin 2. Meşrutiyet bir ayaklanma ile geliyor. Ordu telgraflar göndermeye başlıyor ve bunun üzerine Abdülhamit 2. Meşrutiyet’i ilan etmek zorunda kalıyor.

Bunun üzerine “Eğer ki Abdülhamit 1908 yılında bir seçim yapsaydı Abdülhamit mi kazanırdı yoksa İttihat ve Terakki mi?” diye Can Nacar’ın bir sorusu vardı.

Böyle bir soru hem ilgi çekiyor hem günümüz ile ilişki kurmamıza yarıyor hem de tarafları anlamamızı kolaylaştırıyor.


Yonca Köksal Koç Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesidir. 19. yüzyıl Osmanlı Tarihi ve Bulgaristan’daki azınlık politikaları üzerine çalışmaktadır. Doktorasını Columbia Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde tamamladı, Amherst College’da doktora sonrası araştırmacı olarak bulundu. Sadrazam Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa’nın Rumeli Teftişi (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2006) ve editörlüğünü yaptığı Avrupa Arşivlerinde Osmanlı İmparatorluğu (Ankara: Vehbi Koç Araştırma Merkezi VEKAM, 2015) isimli kitapları vardır. American Behavioral Scientist, Middle Eastern Studies, Turkish Studies, New Perspectives on Turkey, South East European and Black Sea Studies ve Nationalities Papers gibi uluslararası dergilerde makaleleri yayınlandı. Ayrıca, Türkçe ve İngilizce çok sayıda makale ve kitap bölümleri basılmıştır.

Sürdürülebilir Mimarlık Eğer Gerek Yoksa Bina Yapmamaktır

Tülin Görgülü
Hazırlayan: Hüseyin Uğur Genç

Türkiye’de belli bir dönemden sonra inşa ya da restore edilen yapılara baktığımızda, küresel etkileri bir kenara bırakırsak, ulusal ve politik duruma göre nasıl bir okuma yapabiliriz?

Devlet eliyle yapılan ve yaptırılan projelerde belirli bir üslup arayışı söz konusu. Ne olduğunu anlayamadığımız, çerçevelerini çizemediğimiz bir üslup bu.

Osmanlı mı, Selçuklu mu? Aslında biz bunların hepsini birbirlerine karıştırıyoruz. Tasarlananın belli olmadığı bir mimari anlayış var ve bu anlayışı da dayatan kişilerin bu konuda çok da donanımlı olmadıklarını düşünmüyorum.

Örneğin yakın tarihte yapılan bir kamu yapısını mimarı açıdan incelediğinizde bizlere çok da bir şeyler ifade etmeyen, ileriye götürmeyen ve bizim kültürümüzü de aslında yansıtmayan bir anlayış olduğunu görüyorsunuz.

Çünkü tamamen eklektik. Örneğin Çağlayan Adliyesi’ne baktığınız zaman bir taç kapı görüyorsunuz.

Taç kapı Selçuklu’da vardır ve en önemli özelliklerden biridir. Ama yapının diğer kısımlarına baktığınızda standart bir ofis yapısı algılıyorsunuz ama devasa bir kitlede. Devasa bir kitle olmasının gerekçesi ne?

Gerekçe, devlet iradesini baskın tutmak ve göstermek. Bu anlayış belli dönemlerde hep ortaya çıkan bir şeydir. Gotik dönemde dinin etkisini, daha geriye gittiğimizde tapınaklarda tapılanın etkisi göstermek amacıyla bu tarz mimari yapılara rastlıyoruz.

2. Dünya savaşı döneminde totaliter rejimlerin etkisi altında Avrupa’da da yaygınlaşan bir anlayıştır bu.

Ayrıca Osmanlı mimarisi diye bir mimariyi tam olarak tanımlamak da zor bir şeydir çünkü eklektik bir mimaridir ve yakın coğrafyadaki başka mimarilerden izler taşır. Ama Selçuklu mimarisi çok net okunur ve kendini ifade eder.

Devlet ve kurum binalarının dışında, toplu konutlar ve plazalar da çok revaçta.

Sizce bu projeler hayata geçirilirken orada yaşayacak insanların ihtiyaçları ne kadar göz önünde bulunduruluyor?

Aslında bu ülkenin insanı bu yaşam kültürüne ihtiyaç duyuyor mu yoksa bu binalar mı bize böyle yaşamayı dikte ediyor?

Toplu konutlar benim uzmanlık alanım. Evet, aslında bu binalar bize belli bir yaşam biçimini dikte ediyor. Yakın döneme kadar insanlarımızın komşuluk ilişkileri, sokakları, bakkalı, manavı veya kasabı vardı.

Mesela geleneksel bir mahalle nasıl oluşur? İlk olarak çeşmesi, çınarı, camisi vardır. Sonra bakkalı gelir. Giderek orası insanların ortak mekanına dönmeye başlar.

Komşuluk vardır, sokakta oturulur, herkes birbiri ile sohbet eder, bakkaldan bir şey istersin, paran yoksa o bakkal sana veresiye verir.

Bu tarz bir yaşamın yok olduğu bir süreç yaşanıyor. Kentsel dönüşüm ile birlikte tüm bunlar yok edildi. Her gün geçtiğimiz sokak yok, artık duvarlarla çitlerle çevrilmiş bir site var ve oradan geçemiyorsunuz.

Bakkalınız, manavınız kasabanız yok, sitenin içerisindeki alışveriş merkeziniz var. Son dönemde yapılan toplu konut projeler insanları bu standartlar içinde yaşamaya zorladı.

Tabii, ana akım medya da bu konuda çok yönlendirici. Tüm bunlar “Siz burada yaşamaya layıksınız.”, “Siz burada yaşarsanız statü atlarsınız ve sizin gibi insanlarla ayrıcalıklı yaşarsınız.” gibi vaatler içeren reklamlar sayesinde yapıldı.

Bir makalemde, artık bu tarz mimari konseptleri medya sektöründe yer alan reklamcıların yönlendirdiğinden bahsetmiştim. “Ne çok satar?”, “Ne nereye, nasıl yapılmalıdır?” sorularına reklamcılar ve finansçılar cevap verdikten sonra mimara ne tasarlayacağı söyleniyor.

Bu şekilde Türkiye’de konut alanları neredeyse tematik tatil köylerine dönüştü ve insanlar da bu tür mekanlarda yaşamaya alıştırıldı.

Toplu konut gibi büyük çaplı projelerde, orada yaşayan insanların istekleri ile mimarların isteklerinin çatıştığı durumlarda, kullanıcıya sizce ne kadar pay verilmelidir?

Mimarın vizyonu dünyamızı şekillendiren şeylerden biri olsa da bu gibi durumlarda bundan ne kadar ödün verilmelidir?

Kullanıcının yaşamsal isteklerine cevap vermek zorundasınız.

Onu rahatlatacak onun o mekânda olmasını sağlayacak, içinde alışkanlıklarını sürdürebileceği mekanların tasarlanmasından söz ediyoruz. Ama burada bahsettiğimiz kullanıcının tercih ettiği mimariyi yapmak değil, eski doku ile yeni doku arasında bir köprü kurup bugünü hissettirecek ve oradaki kültürü baskılamayacak bir mimariyi ortaya koymak.

Kullanıcının fikri alındığı zaman “Benim eski konağımın, evimin aynısı yap.” sonucu bile çıkabilir. Ama biz mimarlar bunu hiç istemeyiz çünkü tasarlanacak yapının günümüz yapısı olması gerekiyor.

Dolayısıyla o yapı bugünün ihtiyaçlarını karşılamalı, bugünün estetiğine, şekline, teknolojisine ve malzemesine sahip olmalı, ayrıca tasarlayan kişinin de mimari anlayışını yansıtmalı.

Kullanıcıyı yaşamsal, sosyal ve gereksinimleri paralelinde anlayıp mimariyi kendi anlayışımıza ve yapının bulunduğu bölgenin karakterine göre tasarlamak zorundayız.

İnsanları da mimari tasarım sürecine katmamız çok önemli dediniz.

Bu konudaki yöntemleriniz nelerdir? İnsanları nasıl bu sürece dahil ediyorsunuz?

Bunları büyük ölçeklerdeki projelerde mimarlar olarak biz yapamayız, işin bir tarafında mutlak oluruz, uzmanlara yol veririz ancak büyük ölçekte bir çalışma yapacaksanız bu konuda uzlaşma metodunu, finans yöntemlerini bilen profesyoneller var.

Süreç başlangıcında anketler yapılıyor. “Burada mal sahibi misiniz? Burada mı oturuyorsunuz? Burada oturmuyorsanız tekrar burada oturmayı düşünür müsünüz? Burada nasıl bir yapı olmasınız istersiniz? Yapı dışında farklı işlevler olsa ne olabilirdi?” gibi sorular soruluyor söz konusu tasarım alanındaki kullanıcılara.

Bu anketlerle birlikte yapılan finansal değerlendirmeler sonucunda insanların ne istediklerine dair sonuçlar ortaya çıkıyor. Bu sonuçlardan sonra mimarlar devreye giriyor.

Ancak mimarlar bu sonuçları direkt olarak kabul etmeyebilirler çünkü strateji uzmanları insanları yönlendirip projenin finans değerine uygun olarak sonuçları değiştirebilir.

Burada tasarımcının deneyim ve hissiyatının devreye girerek bu olumsuz durumları elemesi, mesleki bir direnç ile kamusal yararın ön planda olduğu yeni çözümler ortaya koyması söz konusu olabiliyor.

Özellikle Türkiye’de şehirlerin ve yapıların kaçak yapılaşmasından kaynaklanan “rastgeleliği” apaçık görebiliyoruz.

Bu duruma rant ve bazı ideolojilerin baskın çıkması da sebep oluyor. Bu ilerleyişe karşı olan bir mimar, bu şartlar altında, sizce nasıl tasarım yapabilir?

Mimarın böyle bir durumda biraz direnç göstermesi gerekiyor. Mimari projenin gerçekleştirileceği bölgede yaşayan insanların isteklerini iyi bilmesi gerekiyor.

Bu bağlamda da tüm paydaşları ikna etmesi gerekiyor. Örneğin Antalya’daki Balbey mahallesinde devam ettiğimiz bir döner sermaye projesi var. Balbey kent merkezinde Kaleiçi bölgesinin arka tarafında konumlanan bir mahalle.

Alanın bir kısmı kentsel sit özelliğine sahip, tescilli olan ve tescili önerilen pek çok yapı da var, çok değerli bir bölge. Kentsel yenileme alanı olarak ilan edilen Balbey mahallesinde kentsel dönüşüm projesi söz konusu. Ama dönüşümleri yaparken daha önce de vurguladığımız gibi, orada yaşayan insanları da sürecin içine katmanız lazım.

Eğer insanları sürece katmazsanız üstten dayatan ve rant odaklı bir bakış açısı ile o projeyi yaparsınız.

Çok önemli bir strateji grubu, bölgede yaşayanlar ve mülk sahipleri ile uzlaşmaya ve isteklerini öğrenmeye çalışıyorlar. Bu araştırmadan çıkan sonuçlar, insanların isteklerine uygun bir senaryo ile tasarımı yapmamızı sağlayacak.

Alan ile ilgili olarak biz tasarımcılara kapalı site, otel zinciri gibi öneriler yapıldı. Alanın ileride çok daha fazla değerleneceğini öngörenler tarafından da yapı yoğunluğunu arttırma istekleri geldi.

Biz de Balbey mahallesinin Antalya’nın merkezinde kentle iç içe olan bir mekân olduğunu; eski dokuyu koruyan, eski doku ile uyumlu, daha insancıl boyutlarda ve yapı yoğunluğunun çok olmadığı bir mimari anlayış sergilememiz gerektiğini belirttik.

Mimarlık alanı dışındaki tasarım alanlarına baktığımızda, tasarımcılar ürün boyutlarının görece daha küçük olması sayesinde final ürüne birebir benzeyen ürünlerle uğraşıyorlar.

Eskiden de bu tarihi katedrallerin mimarları aslında o katedrallerin birebir ahşap modellerinin üzerinde senelerce uğraştıktan sonra asıl yapıya geçiliyordu.

Şimdiki mimarlar da aslında ekranlar karşısında işlerini sonlandırıyorlar ve asıl tasarımını üretildikten sonra görebiliyorlar.

Böyle bir şey sizce nasıl duruyor? Bu sorunun önüne nasıl geçiliyor?

Mimarlıkta mekân ve ölçek meselesi tecrübe ile de kazanılan bir şey. Tasarımlarınızı yaptıkça o mekânın nasıl olduğunu görürsünüz. Dolayısı ile hep “Kırk yaşından önce mimar olunmaz.” denir.

Türkiye’de bu böyle olmasa da batılı ülkelerde belli bir deneyim sahibi olmadan birine, bir mimarı projenin altına imza yetkisi verilmez.

Yine de bu ilerleyen teknoloji ile çözülebilecek bir zorluk. Artırılmış gerçeklik uygulamaları ile yapıların simülasyonları yapılıp birebire en yakın şekilde bu tasarımlar deneyimlenebilir.

Panopticon konsepti, İngiliz filozof ve toplum kuramcısı Jeremy Bentham’ın 1785 yılında tasarlamış olduğu ve Foucault’nun da iktidarın gözü olarak nitelendirdiği, mahkumların gözetlenmesi üzerine kurulu bir hapishane modeli.

Mekân anlayışının ve mimarinin değişmesiyle modern mimaride verimi ya da disiplini Panopticon mantığında arttırmayı amaçlayan yöntemler kullanılıyor mu?

Bu yöntemin çok kullanıldığını düşünmüyorum.

Bugün geldiğimiz noktada mimaride çok farklı arayışlar da var ama hâkim olan hangisi diye baktığınız zaman mimariyi yönlendiren asıl unsur küresel sermaye.

Postmodern dönemde ve sonrasında “Yıldız Mimarlar” (Starchitects) dediğimiz bir olgu ortaya çıktı. Küresel sermayenin mimariyi yönlendirdiği, yıldız mimarlara para akıttığı güç göstergesi gökdelenlerin yerine çok farklı mimari biçimlerden oluşan tasarımların ön plana çıktığı bir süreç yaşandı.

Bir tasarım ne kadar farklı ve teknolojik ise o kadar kendini ve hatta bulunduğu kenti tanıtan bir vizyon yüklendi. Mimarlar için bu dönüşüm de bir fırsat yarattı.

Gelinen noktada parametrik tasarım olarak adlandırdığımız, yıldız mimarların tasarım fikirlerini hayata geçirmelerini sağlayan finansal ve teknolojik olanaklarla desteklenen bir mimari ortam var.

Öte yandan da insanı ve doğayı odak noktasına koyan kırılgan, naif bir anlayış var.

Bu anlayış “Biyomimikri” olarak adlandırılan, doğadan ilham alan, çevreyi düşünen, sürdürülebilir, “yeşil mimari” ye de uzanan bir olguyu tanımlıyor. Ama yer yer bu anlayışın da gerçekliğinin tartışılması gerektiğini düşünüyorum.

Sizce sürdürülebilir mimarlık nedir? Sizce sürdürülebilir gökdelen olur mu? Sürdürülebilir mimarlık eğer gerek yoksa hiç bina yapmamaktır. Neye, ne kadarına gereksinimimiz varsa o kadarını gerçekleştirmektir.

Çünkü her yapılan yapı doğada bir iz bırakıyor, her bir yapı için inanılmaz miktarda enerji ve malzeme harcıyorsunuz, atık üretip havayı kirletiyorsunuz.

Sinemada mimarinin kullanımı hep konuşulan konular arasındadır.

Sizce sinema filmleri mimari anlayışı etkiliyorlar mı yoksa filmlerde mimariyi sadece var olanın yansıması olarak değerlendirebilir miyiz?

Mimari bu anlamda çok etkilenmiyor diyebiliriz. Aslında mimarlar ve mimari, filmleri daha çok etkiliyorlar. Oynadığınız bilgisayar oyunlarından tutun da Bladerunner, Metropolis ve daha pek çok filmde mimarinin baş rolde olduğunu görebiliriz.

Örneğin Batman filmindeki Gotham şehrine baktığımızda tamamen “art deco” yapılardan oluşmuş bir kent kurgusu vardır. FRP tarzı bilgisayar oyunlarında ise Gotik karakterli karanlık ortamlar daha çok kullanılır.

5. Element, ütopik bir film olsa da oradaki mimari New York’un daha abartılmış ve düşey kullanımda gerçekleştirilmiş halidir.

Dolayısıyla o filmlerde de yapımcılar, sanat yönetmenleri mimarlarla birlikte çalışıyorlar.

Özellikle seyirciler veya oyun oynayanlar üzerinde bir baskı ya da dehşet duygusu yaratmak istiyorsanız Gotik karaktere sahip mimariyi çok rahat kullanabilirsiniz.

Gelecekte yapay zekâ ve programlanabilir malzemeler daha da ön plana çıkacak. Siz gelecekte bu teknolojilerin mimaride kullanılacağını düşünüyor musunuz?

Bu sayılanlar aslında mimaride kullanılmaya başlanan teknolojiler. Üç boyutlu yazıcılar sayesinde binalar inşa ediliyor ya da insansız hava araçları yardımı ile oradan oraya malzemeler taşınarak robotlar yardımı ile de monte edilerek yapılar tamamlanabiliyor.

Örneğin Japonya’daki Kansai Havaalanı denizden doldurularak oluşturulan bir ada üzerine yapılmıştır ve ada dolgu olduğu için uçakların ağırlığı, hareketleri nedeni ile belli sürelerde çöküyor.

Ancak havaalanı tekerlekler üzerine inşa edilmiş, altında bir kaldırma sistemi var ve yapıyı tekrar kaldırarak çökmeyi tolere ediyor. Elbette tüm bu süreç bilgisayarlar yardımı ile kontrol edilip ölçülüyor.

Bilgisayar teknolojileri ve bu paralelde cephe, aydınlatma kontrolleri ile değişebilen yapısal ögeler mimarinin içine halihazırda girmiş vaziyette. Hatta binaların dış cephelerinin şekil değiştirmesi üzerine tasarım araştırmaları da günümüzde yapılmakta.

Bu gibi yaklaşımların gelecekte daha da çok var olacağını hatta mimaride yeni arayışlar ve akımlara da yol açabileceğini düşünüyorum.


Tülin Görgülü İstanbul’da doğdu. YTÜ’de Lisans, Yüksek Lisans ve Doktora eğitimini tamamlamıştır. Uzmanlık alanları; tasarım, tasarım kuramları ve tarihi, bina bilgisi ve konut üzerine yoğunlaşmaktadır. Bugüne dek pek çok yüksek lisans, doktora tezi danışmanlığı yapan Tülin Görgülü; ICOMOS, DOCOMOMO, ÇEKÜL gibi kuruluşların üyesi olup, ulusal ve uluslararası basılmış pek çok makale, bildiri, kitap vb. akademik çalışmaya sahiptir. 2011 yılında 1. Antalya’da Uluslararası Mimarlık Bienali’nin küratörlüğünü, 2013 yılında da ikincisi düzenlenen Bienalin başkanlığını yapmıştır. Halihazırda YTÜ, Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü’nde Bina Bilgisi Ana Bilim Dalı Başkanı olarak görevini sürdüren Prof. Dr. Tülin Görgülü’nün YTÜ’de çeşitli idari görevleri; Eskişehir, Kocaeli, İstanbul 1 ve İstanbul 2 Numaralı Yenileme Alanları Kurullarında yapmış olduğu kurul üyelikleri bulunmaktadır. Bunların yanı sıra Mimarlık alanında da gerek üniversite döner sermayesi kanalı ile gerekse serbest biçimde yapmış olduğu pek çok uygulaması bulunmaktadır.

Belleğin Sınırlarında

Sami Gülgöz
Hazırlayan: Aslı Ildır

Dejavu nedir? Hakikaten geçmiş hayatımızla alakalı bir şey mi? Bilim ve psikoloji bu kavrama nasıl bakıyor?

Bu soru geldiği zaman “Neden herkes dejavu meselesine bu kadar takılıyor?” diye soruyorum kendime. Dejavu duygusu, bir anı ya da bir olayı daha önce yaşamışlık hissidir. “Ben daha önce buradaydım, ben bu olayı daha önce yaşadım.” gibi bir hatırlama duygusudur.

Fakat bir yandan da o olayı aslında yaşamamış olduğunuzu bilirsiniz. Gerçekte öyle bir durum yoktur. Yine de o sırada kuşkulanmaya başlarsınız. Bu bir miktar bellek mekanizmaları ile açıklanmaya çalışılabilir.

Özellikle son yıllarda gördüğümüz önemli birtakım bulgulardan bir tanesi belleğin hayal kurmakla iç içe bir mesele olduğu. “Bellek” ve “hayal kurma” birbirleriyle çokça örtüşen iki mekanizma. Bir şeyi hatırladığımızda aynı zamanda hayal etme mekanizmalarının olduğu bölgeyi de harekete geçiriyoruz.

Beyin araştırmalarına baktığımızda insanların bir olayı hatırlarken veya bir olayı hayal ederken neredeyse aynı bölgeleri aktive ettiklerini görüyoruz. Dejavudaki de benzer bir mekanizma.

Bazen de sadece hayal ettiğimiz bir olayı da yaşamışız gibi hatırlayabiliyoruz. Bu benim de yaşadığım bir şeydir. Örneğin bir e-posta geldiğinde kafamda nasıl bir cevap vereceğimi kurgularım. Onun üzerinde epey uğraştıktan sonra diğer işleri yapmaya giderim.

Birkaç gün sonra insanlar e-postalarını hatırlattıklarında sanki cevaplamışım gibi bir tepki veririm. Kafamda o kadar iyi hayal etmişimdir ki beynime de sanki bu olayı yaşamışım gibi gelir. Dejavunun açıklamalarından bir tanesi hatırlama ve hayal etme mekanizmalarının örtüşmesine dayanıyor.

Bir başka açıklama da şu olabilir. Bellek müthiş bir çağrışım mekanizması. Herhangi bir an size önceden yaşadıklarınızı çağrıştırıyor olabilir. Ancak bazen bu çağrışımlar sizin farkına varamadığınız ve eşiğin üzerine çıkamayan (eğer bir hatırlama eşiği varsa) ama yine de “Ben bunu biliyorum.” hissi veren şeylerdir.

Örneğin size “Avrupa’da on tane başkent sayabilir misiniz?” desem sayabileceğinizi söylersiniz. Bunu söyleyebilmek için o an aklınızdan on tane başkent saymanıza gerek yok.

Çünkü belleğimizde ne olduğu konusunda kayıt tutan bir mekanizma da var. Dolayısıyla dejavuda bir şeyi yaşamış olmak gerekmiyor. Olayla ilgili bir çağrışıma sahip olmak yeterli.

Bir başka açıklama da sinir hücrelerinin çalışma ve işleme hızı arasındaki fark ile ilgili. Var olan durumu çok hızlı bir şekilde algılayan sinir hücresi, bunun yorumunu yapmaya çalışan beyin bölgesi ile iletişime geçtiğinde sanki bu olay geçmişte olmuş gibi bir his yaşayabiliyor.

Yaşadığımız her olayın üzerinde bir zaman damgası yok. Tam tersine bazı yaşadıklarımızı çok daha yakın zamanda olmuş gibi hatırlıyoruz, bazı yaşadıklarımızı ise olduğundan çok daha uzak bir geçmişte olmuş gibi hatırlıyoruz.

Değişik işlemlerin aynı anda zihinde var olmasından kaynaklanan bir senkronizasyon problemi bu. Dejavu, filmlerdeki ses-görüntü uyumsuzluğuna benzeyen bir senkron kayması gibi. Bunlar gibi birtakım açıklamalar olsa da hâlâ net değil.

İnsanların yaşadıkları olayları hatırlamalarında modanın, giysilerin ve aksesuarların rolü nedir? Moda ve hafıza ilişkisi nasıl işliyor?

Bu konuda çok araştırma olmadığını düşünüyorum. Varsa da benim bilgim dahilinde değil. Veriye dayanmadan bir şeyler söylemekten çekinen bir insanım.

O nedenle 11 Eylül olayları sonrasına dair ufak bir araştırma bulgumuzdan bahsedeceğim. Bizim “flaş bellek” dediğimiz bir kavram vardır. Bir olay yaşarsınız ve o olay gözünüzün önünde sanki flaş patlamış gibi çok net bir şekilde kalmaya devam eder.

11 Eylül olayları da flaş bellek kategorisindeki olaylardandır. “Duyduğumda şuradaydım, şunu yapıyordum.” gibi birtakım detaylar çok iyi hatırlanır.

Biz de olaylar yaşandıktan hemen sonra bir grup arkadaş birbirimizle iletişime geçtik. Anında bir anket hazırladık ve hemen ertesi gün veri toplamaya başladık. İnsanlara olayı duydukları anda ne yaptıkları üzerine sorular sorduk: “O sırada ne yapıyordun, yanında kim vardı, günlerden neydi, saat kaçtı?..” Aynı kişilere altı ay ve bir yıl sonra tekrar aynı soruları sorduk.

Hatırladıklarının ne derece tutarlı olduğunu gözlemlemek istedik. İki tür sorumuz vardı. Sorularımızdan bir kısmı olayın kendisi ile ilgiliydi: “Kaç uçak çarptı, nereye çarptı, o sırada Bush neredeydi?” İkinci tür soru ise “Sen neredeydin, ne yapıyordun, neyle uğraşıyordun?” benzeri sorulardı. Bu sorulardan bir tanesi de “Üzerinde ne kıyafet var?” sorusuydu.

Flaş bellekteki bilgiler daha temel bilgilerdir. İnsanlar genellikle o şaşırtıcı olayı duyduklarında nerede olduklarını, yanlarında kimin olduğunu ve o sırada ne yapıyor olduklarını hatırlarlar. Bunun dışındakiler pek bilinmez. Aslında bellek konusunda araştırmalar yapılırken kadın-erkek farkına da pek bakılmaz.

Fakat biz yine de anket sırasında insanlara cinsiyetini soruyorduk (Gerçi bu soruyu artık çeşitlendirmemiz gerekiyor). Bir baktık ki üzerlerindeki giysiye dair soru haricinde hiçbir şeyde kadın-erkek farkı yok.

Giysileri ise kadınlar hatırlıyor, erkekler hatırlamıyor. Arada birkaç tane erkek çıktı. Bu erkeklerin kim olduklarına baktığımızda bir tanesinin olay sırasında dişçi önlüğü giydiğini hatırladığını gördük.

Ciddi bir kadın-erkek farkı vardı ve altı ay sonra da bu fark devam etti. Erkeklerin hiçbiri hatırlamıyordu. Kadınlarda ise azalma olsa da erkeklerden daha çok hatırlıyorlardı. Burada özellikle dikkat meselesi önemliydi.

Bellek dediğimizde çok fazla şeyden bahsediyoruz. Burada önemli olan şey kodlama. Bir şeye bakıyorsun, onu algılıyorsun, kendin için anlamlı bir hale getirerek uzun zaman hatırlayacak bir hale getiriyorsun.

Bunun ikinci aşaması, daha önce kodlanan bir olayın hatırlanma noktasına gelene kadar birçok süreçten geçmesi. Bu süreçlerde o olayı değiştirmek, başkalarıyla konuşmak ve konuşurken değiştirmek gibi eylemlerin yer aldığı dışarıya da içeriye de açık bir koruma mekanizması vardır.

Hiç düşünülmediğinde ise unutma mekanizması devreye girer. Son aşamada hatırlama sürecinde neler yaptığın önem kazanır.

Bizim araştırmamızda ise dikkat önemliydi. Kadın, o sırada üzerindeki giysinin ne olduğuna daha fazla dikkat ediyor olabilir. Dolayısıyla daha çok hatırlıyor. Bu da bizi temel bir mesele olan dikkate getiriyor.

Bu konuda veri olmadığı için spekülasyon yapacağım ama muhtemelen bunun altında sosyal mekanizmalar da var. Bu konuda cinsiyet kadar zaman da önemli bir faktör olabilir.

Günümüzde erkekler özenli giyiniyorlar ve moda konusunda daha dikkatliler. Demek ki bu işin sosyalizasyonunda da birtakım farklılıklar var. Bu değişim muhtemelen erkeklerin de olay sırasında ne giydiklerini hatırlamaları konusunda değişime neden olacaktır.

Bu 2001’de yapılan bir araştırma olduğu için epey eskiden bahsediyoruz. Son zamanlarda sanki bir değişim var. Eskiden çocuk giysi mağazalarında kocaman bir kız çocuk reyonu, küçük de bir erkek çocuk reyonu olurdu.

Hâlâ arada uçurum var ama gittikçe erkek çocuğu giysileri fazlalaşıyor. Anne ve babaların küçükken oynadıkları bebek giydirme oyunlarını kendi çocuklarıyla oynamaları gibi geliyor bana bu. Muhtemelen o bir sosyalizasyon sağlıyor.

Son dönemde Türkiye’de yaşanan bombalamalar ve darbe girişimi gibi siyasi ve toplumsal travmatik olayların medya ve sanata nasıl yansıdığını bellek perspektifinden değerlendirebilir misiniz?

İki tane araştırmamızdan söz edeceğim. Biri travma anıları üzerineydi ve diğer travma çalışmalarına bir karşı görüş niteliğindeydi. Birçok travma araştırmasında insanlara yaşadıkları travmatik bir olayı hayal etmeleri söylenir.

Sonra ise bu travmatik olayın nasıl hatırlandığına dair sorular sorulur. Bu araştırmalarda ortaya çıkan travmatik olay kategorileri “Sınıfta öğretmen beni çok azarlamıştı.”dan “Gece yarısı sokakta tecavüze uğradım.”a kadar müthiş bir yelpazede seyrediyor.

Bizim rahatsızlıklarımızdan bir tanesi bütün bu olayların travma adı altında aynı kategori içerisinde yer almasıydı. Birincisini küçümsemiyorum ama yaşam “Her insana böyle travmalar nasip etsin.” diye düşünüyorum.

Biz ise standart bir olaya bakmaya karar verdik ve ebeveyn kaybını ele aldık. Ebeveyn kaybı kaç yaşında yaşanırsa yaşansın ufak çapta da olsa travma yaratıyor.

Travmanın hatırlanmasıyla ilgili ortada birkaç yaklaşım var. Bir tanesi eskilerden, Freud’dan beri gelen bir bakış açısı ve bu görüşe göre travmatik olaylar daha az hatırlanıyor.

Çünkü duyguların rahatsızlık verdikleri için bastırıldığına ve gizlendiğine dair bir anlayış var. İkinci bir yaklaşım ise Birinci Dünya Savaşı’ndan dönen askerlerde gözlemlenen travma sonrası stres bozukluğu ile ilgili.

Amerikan İç Savaşı’na kadar giden kayıtlar var ama bu konu asıl olarak Birinci Dünya Savaşı sonrası tıbbın ve psikolojinin odağına oturmuş. Hatta önce “bomba şoku” (shell shock) deniyor. Askerlerin bombalamayı gördükleri için beyinlerinin sarsıldığı düşünülüyor.

Daha sonraları farklı araştırmalar ortaya çıkıyor. Freud gibi başkaları da bu konu üzerine çalışıyor. Bu tür travmalarda ilkinin tam tersi bir eğilim görülüyor. Kişi travmatik olayı gözünün önünden atamıyor ve olay sürekli karşısına çıkıyor.

Bu iki görüşten biri travmatik olayı daha az hatırladığımızı söylüyor, diğer görüş ise daha fazla hatırladığımızı.

Üçüncü bir yaklaşım ise travmatik anıların da diğer anılarla aynı şekilde hatırlandığını savunuyor. Dördüncü yaklaşıma ise “tünel görüntüsü” diyoruz. Bu yaklaşımda ise olayın kendisi çok iyi hatırlanıyor ama etraftaki diğer şeyler flu kalıyor.

Biz de kendi araştırmamızda bu dört yaklaşımdan hangisine destek bulacağımızı görmek istedik. Aynı travmatik anıyı kullandığımızda (ebeveyn kaybı) gördüğümüz şey, travmatik anının diğer anılardan ve hatırlamalardan çok da farklı olmadığıydı.

Travma sonrası stres bozukluğunda ise en belirgin olan şey, kayıp sonrasında insanların hayatlarında gerçekleşen değişikliğin boyutu. Hayatları ne kadar değişmişse travma sonrası stres bozukluğu da o kadar yüksek çıktı. Bu araştırmalardan bir tanesiydi.

İkincisi ise toplumsal olaylarla ilgili çok yeni bir araştırma. Birinci yılını daha yeni doldurdu. Araştırmamızın “www.toplumsalolaylarblog.wordpress.com” adında bir internet sitesi de var.

Veri toplama sürecinde bir anket hazırladık ve bu ankette insanlara hayatları boyunca Türkiye’de yaşadıkları en önemli altı olayın ne olduğunu sorduk. Daha sonra da gelecekte yaşayacaklarını düşündükleri en önemli altı olayı sorduk.

İnsanların bellek, hayal kurma ve geleceği tahmin etme mekanizmalarının aynı yerden beslendiğini söylemiştim hatırlarsanız. Geçmiş ve gelecek ile ilgili bu iki soruyu bir arada sormamızın nedeni de onunla bağlantılı.

Biz bu anketi herkese ulaştırmak istiyorduk ancak fonumuz yoktu. Dolayısıyla sosyal medyadan duyurmaya başladık. 2000 civarında katılımcı katıldı, 1200 kişiden net cevap geldi ve 10.000 adet de olay verisi elde ettik. Sonuçta ortaya çıkan, travmatik olayların önemli bir kısmının çok iyi hatırlandığı oldu.

Zaman içinde benzerleri tekrarlandıkça travmatik olaylar birleştirilmeye ve kategorize edilmeye başlanıyor. İnsanlar Beşiktaş, Suruç, Ankara gibi tek tek olaylar söylemek yerine “bombalamalar” diye daha genel bir kategori yaratıyor.

Bu, bu ülkenin bir vatandaşı olarak çok rahatsız edici bir duygu çünkü insanların bu kadar önemli olayları birleştirmesinden ve bir küme halinde düşünmesinden rahatsızlık duyuyorsunuz. Ancak belleğin ve zihnimizin yaptığı da bu.

Sürekli bir şeyleri kategorize ediyoruz. Kategorize etmeden düşünemiyoruz. Birçok travmatik olayın birçok kişi tarafından hatırlandığını görüyoruz. Bu nesillere göre fark ediyor. Yaşı ileri gruplarda 12 Eylül ön plana çıkıyor.

Daha genç kuşakta ise Gezi Olayları, Suruç, Ankara gibi olaylar ön plan çıkmaya başlıyor. Bu da travmanın nasıl hatırlandığı konusunda bize bilgi veriyor.

Peki burada eksiğimiz nedir? Hatırlama dediğimiz şey bir vakumda yapılan, boşlukta yer alan bir şey değildir. Bazı şeyler sürekli bize hatırlatılıyor.

Örneğin normalde pek konuşulmayan 6-7 Eylül olayları o kadar çok gündemde yer almaya başladı ki bir nesil tarafından tekrar hatırlanmaya başlandı. O nesil onu unutmuştu ve konuşmamıştı halbuki. Burada medyanın etkisinin ne olduğu konusunda iki araştırmanın ciddi bir önemi olduğunu düşünüyorum.

Bir tanesi medyanın etkisi: Medyanın birtakım olayları karşımıza ne kadar çıkarttığı ve bizim o olayları medyanın hatırlatmasından bağımsız olarak nasıl hatırladığımız meselesi araştırılmalı.

Bizim araştırmamız da bu alanla kesişebilir çünkü bizim ekip bunu periyodik olarak tekrarlayacak. Zaman içinde kişilerin hatırladıkları da değişecek. 2016’da bu verileri topladığımız zaman insanlar gelecekte anayasa değişikliği olacağına ve başkanlık sistemine geçileceğine dair tahminlerde bulundular.

Bunlar öngörülen olaylardı. Yeni veri topladığımız zaman ise bunlar geçmişte yaşanan olaylar olarak karşımıza çıkabilir fakat çıkacak mı bilemeyiz. İkincisi ise insanların geçmişte yaşadıkları en önemli olaylar arasında saydıkları 15 Temmuz olayları.

İnsanların bu olayları bir sene sonra da geçmiş kategorisine koyup koymayacaklarını görmek istiyoruz. Burada medyanın etkisine bakılabilir.

Özellikle de bu iki tarih arasında medyanın ne yaptığına ve cevaplardaki olası değişiklikte medyanın nasıl bir etkisi olduğuna dair sorular sorulabilir.

Biz tasarımcılar olarak kullanıcıların farklı durumlarda ne tepki vereceklerine göre düşünüyoruz. Farklı senaryolara göre (örneğin kullanıcının o günkü ruh hali ya da geçmiş deneyimleri) bir tasarım sunmaya çalışıyoruz.

Tasarım psikolojiyle bağlantılı bir alan. Siz de kariyerinizin başında ve sonunda yaptığınız iki çalışmadan bahsettiniz. İlkinde “okunabilir bir metin tasarımı” söz konusu.

Aslında psikoloji kullanılarak bir tasarım yapılabilir gibi bir sonuca varıyor. İkinci çalışmanızda ise belleğin hayattaki belirli noktaları ve gelecek deneyimlerini etkileyebileceğini söylüyorsunuz.

Yapay zekâ artık şiir bile yazabiliyor.

Peki yapay zekâ tasarım yapabilir mi? Psikoloji yapay zekâya nasıl yaklaşıyor?

Biraz geriye gideceğim. Öncelikle yapay zekânın bugün yaptığı şeyleri tamamen son zamanların ürünü olarak görmeyin. İşin biraz da tarihine bakmanızı tavsiye ederim.

Örneğin çok eskiden Elisa adında bir bilgisayar programı vardı. Elisa bir psikologtu ve siz ona derdinizi anlatıyordunuz. Yapay zekânın karşısındaki en önemli meselelerden bir tanesi kendi kendine öğrenme yetisiydi.

Elisa’nın sıkıntısı cevaplarının kısıtlı olmasıydı çünkü öğrenmiyordu. Dolayısıyla bizim son yıllarda yarattığımız en önemli farklılık, kendi kendine öğrenen bir yapay zekâ üretebilmek.

“Yüz maymunu daktilonun başına oturtursak ve onlara sonsuz zaman verirsek bu maymunlar eninde sonunda bir Shakespeare oyunu çıkarabilir mi?” gibi bir soru vardı.

Yine konuyla bağlantılı bir diğer anlatıda “Babil Kütüphanesi” adlı öyküsünde ise Jorge Luis Borges bir kütüphane tasarlar. Kütüphane o kadar gelişmiştir ki içinde sonsuz sayıda kitap vardır.

Bu kütüphanede her harfin her harfle yan yana geldiği sonsuz sayıda kitap var demektir bu. Harfler sistematik olarak her harfin her harften sonra geleceği tüm bileşimleri içerecek bir şekilde yazılmıştır.

Bu raflardan bir tanesinde de bir Shakespeare çıkma olasılığı vardır çünkü o da bütün bu birleşim olasılıklarından bir tanesidir. Bu sonsuz olasılıklardan yola çıkarak yapay zekâyı sistemli ve kendi kendine öğrenebilen bir noktaya getirebilir miyiz?

Bu yapay zekânın çıkardığı 4000 tane yazıdan bir tanesini şiir mi sayacağız? Yoksa bu yazılardan 4000 tanesi de E.E. Cummings ya da Fazıl Hüsnü Dağlarca ayarında şiirlerdir mi diyeceğiz?

Peki, yapay zekâ uzun vadede tasarım yapabilir mi? Kesinlikle yapar ancak bu vadenin ne kadar uzun olduğu önemli.

1956 yılında IBM sesli komut alabilen ve konuşmayı anlayabilen bir bilgisayar yaratmalarının iki yılı olduğunu söylemişti. Bu aralar Siri yüzünden kafanızı yaracak gibi oluyorsanız bunu düşünün. IBM o sırada fazlasıyla iyimserdi. Bugünkü geldiğimiz noktada ise bundan çok doğru olanı yaratabilmek meselesi ön plana çıkacaktır.

Seçenekler yaratılabilir çünkü yapay zekâ kullandığınız belleğe sonsuz sayıda veri yükleyebileceğiniz bir sistem. Ama sonsuz sayıda bilgi yeterli değil. İnsanın farklı olarak yaptığı şey, o bilgilerden hangisini kullanacağını seçmek.

Asıl mesele doğru bilgiyi seçmek. Yoksa bizim de belleğimizde birçok gereksiz bilgi var. Önemli olan, kendi kendine öğrenebilen yapay zekânın bellekte var olan bilgilerden hangisini seçeceğini bilmesi.

Sizin bahsettiğiniz araştırmamız 1989’da yapıldı ve 1991’de yayınlandı. Biz o zaman bir insanın bir metni okuduğunda zihninde neler olduğuna dair bir modelleme yapmıştık.

Sonra bu modellemeyi LISP ile programladık ve metinleri programa geçirdik. Bilgisayar durduğunda ve bir sonraki aşamaya geçemediğinde bilgisayarın o kısmı işleyemediğini fark ettik. Biz de metnin o kısmını değiştirmemiz gerektiğini düşündük.

Çok ilkel bir simülasyon sistemiyle yapmıştık. 1956’dan 2017’ye kadar kaydettiğimiz mesafe hızlanarak ilerliyor.

Dolayısıyla yapay zekâ tasarım yapabilir ancak tasarımın ne olduğunu iyi anlayan bir sistem gerekiyor.

Tasarım araştırması yaparken kullandığımız metotların bazıları hafızaya ve hatırlamaya dayalı oluyor.

Örneğin bir kullanıcıya ürüne dair deneyimini soruyoruz. Fakat bu kısıtlayıcı bir soru çünkü kullanıcının ne kadar hatırlayabildiği bizim verilerimizi de etkileyen bir şey.

Sizce bu tasarım açısından ne kadar büyük bir zorluk? Bu zorluğu aşmak için bize önerebileceğiniz bir yöntem var mıdır?

Çok büyük bir zorluk. Hatta son yıllarda sağlık konusunda çalışanların da karşılaştığı bir zorluk bu. İnsanlar en son ne zaman aşı olduklarını hatırlayamıyorlar.

Örneğin belirli aralıklarla tetanos aşısı olmamız gerekiyor ama biri bana en son ne zaman aşı olduğumu sorsa hatırlayamam. Bu konu ABD’deki Hastalık Kontrol Merkezinin de ciddi önem verdiği meselelerden bir tanesiydi.

Alana çıkıyorlar, yüz binlerce insana anket yapıyorlar ve o anket sonuçlarına göre devlet düzeyinde politika kararları alıyorlar. Bu çok zorlayıcı bir durum. Biz de aynı şeyleri yapıyoruz.

Çoğu zaman insanlara neyi hatırladıklarını sorduğumuz zaman hatırladıklarının ne kadar gerçek olduğunu da bilmiyoruz. Tarihçiler sözlü tarih yapıyorlar ve insanlara nasıl güvendikleri meselesi benim hep sorguladığım bir şey.

Sözlü tarih tamamen insanın belleğine dayanan bir çalışma biçimi.

Bu konuda yapılması gereken şeylerden bir tanesi antropolojik yöntemler kullanmak olabilir. Yani kişi tasarladığınız bir şeyi kullanırken bizzat onun yanında yer almak.

İkincisi ise bu raporlamayı daha teknolojik bir hale getirmek olabilir. Örneğin bizim alanımızda bazı araştırmacılar cep telefonu uygulamaları kullanıyorlar. Bu uygulamaları kullanan kişilere arada bir sorular geliyor ve insanlar gelen linke tıklayarak anketi cevaplıyorlar.

Böylece daha sık veri alabiliyorsunuz. İnsanlara soruları iki hafta sonra bile sorsanız bellekten etkilenebilecek bir durumla karşı karşıya kalıyorsunuz.

Belirli sıklıklarla mesaj yollayarak ise en azından bir gün sonra bilgi almış oluyorsunuz. Bunun bir ileri aşaması ise kamera kolyeler. Kameraları insanlara yerleştiriyorsunuz ve kişilerin gün içinde ne yaptıklarını görebiliyorsunuz.

Bu da oldukça sık kullanılan yöntemlerden biri olmaya başladı. İlla ki görüntü almak zorunda değilsek ve ses almak da yeterliyse sizin belirlediğiniz aralıklarla kayıt yapan uygulamalar da var.

Bu kayıtları toplayıp daha sonra insanlara neleri hatırladıklarını sorabiliyorsunuz. Bu nedenle bu tip uygulamalar bellek araştırmaları açısından önemli.

Yöntemsel olarak tavsiyem fazla müdahaleci olmayan, insanların gün içinde yaptıklarını bölmeyen ve insanlara ulaşımımızı kolaylaştıran teknolojileri kullanmak.

Hayatta aldığımız kararları önceki deneyimlerimize dayanarak alıyoruz ve bizi onlar yönlendiriyor. Tasarım süreci de belleğin işin içine girdiği bu karar verme sürecine çok benziyor.

Eğer belleğimizi sıfırlayabilseydik nasıl bir tasarım yapardık? Böyle bir şey mümkün mü?

Belleği sıfırladığımız zaman birtakım bilişsel ve fiziksel sınırlamaları düşünerek hareket etmemiz gerekir. Örneğin şu anda düşünürken kullandığımız ve “çalışma belleği” dediğimiz bir bellek var. Bunun bir kapasite sınırlaması var.

Size peş peşe sayılar söylesem ve aklınızda bunları tutun desem bir noktadan sonra belleğinizde yer olmadığını söylersiniz. Bu noktada çalışma belleğinin kapasite sınırlamasını görmüş oluyoruz.

Belleği sıfırlasak bile onun yapısal özelliklerinden kaynaklanan birtakım kısıtlılıklar vardır. Örneğin çalışma belleği çok önemli bir kısıtlılıktır.

Okurken, yazarken, dinlerken, film seyrederken yani yaptığımız her aktivite sırasında belirli şeyleri düşünebiliyor olmamız gerekiyor. Eğer ben konuşmacı olarak çok uzun bir cümle kurarsam siz başını hatırlayamaz, sonunu da o nedenle anlayamazsınız.

O yüzden konuşmalarımızda yazıdan çok daha kısa cümleler kurarız çünkü yazıda her zaman gözün geriye bakma şansı vardır. Bilişsel ve fiziksel birtakım kısıtlılıkları kendisi de bir tasarım olan konuşmamızda kullanırız.

Dolayısıyla eğer belleği sıfırlarsak bu kısıtlılıkları göz önünde bulundurmalıyız. Bunların bir kısmı bellekten bağımsız düşünülemeyecektir, bir kısmı da düşünülebilecektir.

Anladığım kadarıyla daha önce J.J. Gibson’un da bahsettiği ve Donald Norman’ın önemli bir katkısı olan “elverişlilik” (affordance) kavramı, tasarıma da girmiş bir kavram. Elverişlilik beden ve zihin mekanizmalarının kısıtlılıklarıyla ilgili bir şey.

Örneğin benim algılayabildiğim renklerin kısıtlılıkları var. Sistemim gereği kızılötesini ya da morötesini göremiyorum ve algılayamıyorum. Ama bunu algılayabilen hayvanlar ve mekanizmalar var.

Belleği sıfırlasanız da bu kısıtlılıklar olacak. Ama belleği sıfırlayamıyorsunuz. Tam tersine bellek öylesine hâkim bir noktaya geçiyor ki yaşadıklarınız bundan sonra baktığınız her şeyi nasıl algılayacağınızı belirliyor.

Örneğin okuma-yazma öğrenmiş olmak hayatınızı o kadar değiştiriyor ki. Okuma yazma bildiğiniz için soldan sağa bir hayatınız var artık. Bu bir standart olmaya başlıyor çünkü artık öğrendiniz, bunu sıfırlayamazsınız.

Hatta zaman bile soldan sağa doğru ilerliyormuş gibi geliyor. Muhtemelen bunların hepsi birtakım öğrenmelerin ve bellek mekanizmalarının bir sonucudur. Bu bellek mekanizmaları da düşünülmek zorunda.

Sizin de elli yaşındaki birinin kullanacağı bir şey tasarlamak ile yirmi yaşındaki birinin kullanacağı bir şey tasarlamak arasında büyük bir fark görüyor olmanız gerekiyor. Çünkü ikisinin bellek mekanizmaları, bildikleri, standartları ve alıştıkları çok farklı.

Örneğin çevirmeli telefondan tuşlu telefona geçişte sıkıntı yaşanınca tuşların sırasını çevirmeli telefondakine göre yaptılar. Daha sonra hayatımıza hesap makinesi gibi aletler girmeye başladı ve birdenbire o numaraların nasıl sıralandığı bir standart haline geldi.

Bellek bir standardı kabul etmek ve onunla devam etmek istiyor. “Ya bedenin ve aklın eğilimlerini keşfetmek ya da standardı kullanmak” gibi bir ilkeden bahseder Donald Norman.

Sizce “deneysel tasarım” (experimental design) kavramındaki tasarım kelimesinin anlamı nedir?

Bir deneyi tasarlarken gerçekten tasarım mı yapıyoruz? Nelere dikkat etmemiz gerekiyor?

Deneysel tasarım dediğimiz şey bilim tarihi ile birlikte ilerliyor. Bilimin beklentileri nasıl değişmişse deneysel tasarım da o şekilde değişmiştir. Bilimsel bilginin nasıl edinileceğine dair beklentiler ve düşünceler deney tasarımının nasıl olacağını belirlemiştir. Bir anlamda bu bir tasarımdır çünkü elinizde bir soru var ve bu soruya bir cevap arıyorsunuz.

Bu cevabı alabileceğiniz bir durum tasarlamak ve yaratmak zorundasınız.

Bunun kontrol ve deney grupları üzerinden çok daha standart olarak düşünüldüğü yerler var. Bir de standartların size yetmediği, o kalıpların içine oturtamadığınız durumlar vardır. Bugünlerde çalışma belleği üzerine bir araştırma yapıyoruz. Tehdit içeren resim ve sözlerin insanlar tarafından çok daha hızlı bir şekilde fark edileceği yönünde bir argümanla yola çıktık.

Bir kalem resminin bir bıçak resmine dönüşmesi gibi tehdit içeren değişimlerin çok daha hızlı fark edileceği ama bir kalem resminin bir tarak resmine dönüşmesi gibi tehdit içermeyen değişimlerin o kadar da hızlı fark edilmeyeceğini varsaydığımız bir araştırmamız var.

Bir yandan da insanların değişimi ne kadar hızlı fark ettiğini görerek bir taban almak istiyoruz. Ben kalemi tarağa dönüştürdüğümde yine bir değişim oluyor ama bu değişimin nasıl bir değişim olduğuna dair bir fikrim yok.

Nötrden nötre bir değişim olmasının ötesinde ona dair bir şey bilmiyorum. “Benim için kontrol grubu nötr olan mı yoksa negatif olup tehdit içermeyen mi?”, “Tehdit içereni ben neyle karşılaştıracağım?” gibi birtakım sorular ortaya çıkıyor.

Biz de bunu renk değişimi üzerinden ele almaya karar verdik. Bize verdiği temel üzerinden o renk değişimini kullanalım dedik. Halihazırdaki herhangi bir deneysel tasarım bize bu sorunun cevabını veremezdi. Bu yüzden biz de kendi yaratıcılığımızı kullanarak bir deney tasarladık.

Dolayısıyla sorunuzun cevabı hem evet hem de hayır. Bir noktada deney tasarımı çok standart bir hale geldi. Yaptığınız tek şey kendi araştırmanızı var olan standartlardan birinin içine oturtmak oldu. Ama birçok durumda da kendi deneyinizin halihazırdaki tasarıma yüzde yüz oturmadığını ve daha yaratıcı düşünerek kendinize göre bir deney tasarlamanız gerektiğini görüyorsunuz.

Şu ana kadar hep belleğin nasıl hatırladığı ile ilgili konuştuk. Ama ben nasıl hatırlamadığı ile ilgili bir şey sormak istiyorum.

Örneğin sporcuların tamamen kendilerini verdikleri ve geri kalan her şeyi unuttukları o anda bellek nasıl işliyor?

O an için belleğin var olmadığını ya da o anın hatırlanamadığını varsayabilir miyiz?

Bu durumun performansın artışı ile nasıl bir ilişkisi var?

Biraz önce anlattığım deneyde çalışma belleği kapasitesi ile uğraşıyoruz. Çalışma belleğinin sınırlı bir kapasitesi var. Ben bu belleği bölebilirim ve o sınırlı kapasiteyi değişik işler için kullanabilirim.

Anlattığım deneyde kuzulardan yola çıktım. O nedenle bizim laboratuvarda adına “kuzu deneyi” deniyor. Kuzular tek başlarına otladıklarında çok daha az ot tüketebiliyorlar çünkü zamanlarının büyük bir kısmını etrafı kolaçan etmek için kullanıyorlar. Kuzular grup halinde olduklarında ise otlayabildikleri miktar çok daha fazlalaşıyor. Çünkü kolaçan etme davranışı aralarında bölüşülmüş oluyor. Bence bu bir çalışma belleği meselesidir.

O sırada çalışma belleğinde bir karar mekanizması devreye giriyor. Örneğin ortada tehdit içeren bir unsur olduğunu varsayalım. Bu tehdit grup halinde olunca daha az hissediliyor. Ben bu konuyu sosyal psikolojinin çok fazla açıklama getirmediği “sosyal kolaylaştırma etkisi” (social facilitation effect) kavramını açıklamak için de kullanıyorum.

Örneğin bir maraton koşucusu tek başına koşar ve belirli bir performans sergiler. Ama etrafında bir yığın insan olduğunda daha hızlı koşar. Biz hep bunu koşucunun izlendiği için daha iyi bir performans gösterme gereği duymasıyla açıkladık. Ama her zaman öyle değil çünkü koşucunun yanına kamera koyduğunda bu olmuyor.

Üstelik kamera olduğunu bildiği halde. Acaba bu evrimsel olarak geliştirdiğimiz kaçınılmaz olarak etrafı kolaçan etme davranışı ile ilintili olabilir mi? Ben çalışma belleğinin bir kısmını etrafı kolaçan etmeye ayırmak zorundayım.

Eğer etrafımda bir yığın insan varsa onlara güvendiğim için koşmaya vakit ayırabilirim. Ben o anda yaptığım işe konsantre olduysam çalışma belleğinin hepsini o anda yaptığım işe veririm.

Çalışma belleğimi bir çalışma masası olarak düşündüğümüzde eskiden hatırladıklarımızı oraya koyup onlarla çalışıyoruz. Ama bu bahsettiğim durumda masayı o kadar doldurmuş bir şekildeyim ki başka hiçbir şeye yer yok.

Bazen bir film seyredersiniz, bir kitap okursunuz ve insanları duymazsınız. Çünkü o anda bütün çalışma belleğiniz onunla dolmuştur. Burada eksik bir kısmımız var. Motivasyonu çalışmıyoruz.

Benim o çalışma belleğini sadece o olaya vermemdeki motivasyon nedir? Sanki bellek bütün sosyal etkilerden bağımsız ve soyutlanmış bir şeymiş gibi çalışıyoruz.

Benim son yıllarda yapmaya çalıştığım şey, bu durumdan biraz uzaklaşmak ve her şeyi elden geldiğince bütüncül bir bakış açısıyla ele alarak çalışmak. Zaten adına da “bütünleştirici bilim” (integrative science) diyoruz.

Belleği sadece bir işle doldurabilmenin bir de motivasyon faktörü olmalı mutlaka.
Belleğin açıp kapama düğmesini tasarlayabilmek, en azından teoride, mümkün mü?
Bu noktada tetikleyicileri ve motivasyonları tespit etme zorunluluğumuz var. Beni sadece onu düşünmeye iten şey nedir? Son yıllarda aklın gezinmesi “mind wandering” diye bir araştırma alanı ortaya çıktı.

Bu alan çok önemli ve yepyeni bir konu. Aklın başka diyarlara gitmesinin arkasında ne yattığını bilmek gerekiyor.

Bu sorunuzun tam tersi aslında. Ama bir yandan da aynı soru, madalyonun öteki yüzü.

Siz diyorsunuz ki ben öyle bir şey yapayım ki hiçbir şey aklın gezinmesini tetiklemesin. Onu kısıtlayayım ve herkes ona konsantre olsun. Aklın gezinmesi anlamamız gereken bir mesele.

Ben üzerine birtakım spekülasyonlarda bulunabiliyorum. “Kapatma” (closure) denen bir kavram var. Daha çok sosyal psikolojide kullanılıyor. Bir şeyi yaşarsınız ve tamamına erdirirsiniz. Klinikte de kullanılır.

Biri, bir yakınınızı kaybettikten sonra bütün o cenaze merasimleri bir kapatma etkisi sağlar ve o insanla ilişkinizi bitirirsiniz. Ama benim kafamda kapatma başka bir anlama daha geliyor.

Selçuk Erdem’in çok sevdiğim bir karikatürü vardır. Köpek yatakta yatıyor ve diyor ki “Ah! O bana hoşt dediğinde ben de ona hav diyecektim”. Hepimizin yaşadığı, düşüncelerde kapatmanın olmadığı durumlar var.

Bizim yapmamız gereken, akıl gezinmesi ile, hayatımızda kapanmamış olayları araştırmak. Acaba gerçekten akıl gezinmesi kapatılamamış, halledilememiş meselelere doğru mu kayıyor? Nereye doğru kaydığını bulmak zorundayız.

Hayatımızda mutlaka birtakım kapatılmamış meseleler olacaktır. Onlar olduğu sürece de akıl gezinmesi olacaktır. Eğer kapatılamamış bir yığın mesele varsa problemli, bir tek mesele varsa kolay.

Bazen şöyle bir tavsiye veriyorum insanlara: “Bir kutu al, üstü kapatılmamış meseleyi bir kâğıda yaz, kâğıdı o kutunun içine koy, üzerine şu tarihte açılacaktır diye bir yazı yaz ve o kutuyu üst bir rafa koy.”

Böylece onu artık kafandan çıkarıp belirli bir tarihte halledilecek bir mesele haline getiriyorsun ve birdenbire kafa rahatlamaya başlıyor. Yapılacak işler listesi yapmaya benziyor bu.

İnsan, teknoloji ve bellek üzerinden yaratılan yeni dünyaları bir arada düşündüğümüz zaman -örneğin bulut teknolojisi- yeni bir belleğin ortaya çıktığını görüyoruz.

Neoliberalizmle beraber bellek nasıl değişti? Yeni teknolojilerle birlikte biz belleğe nasıl bir anlam vermeye başladık?

Basit bir örnekle başlayalım. Cep telefonları çıkmadan önceki zamanlarda ben müthiş bir telefon numarası hafızasıydım. Eşim bile telefon defteri taşımazdı, bana sorardı. Cep telefonu ortaya çıktığı andan itibaren ben bu becerimi kaybettim. Şu anda kendi evimin telefon numarasını bile bilmiyorum. Belleğimde daha az bilgi mi var? Muhtemelen hayır.

Sadece belleğimi kullanma biçimimi değiştirdim. Örneğin bulut geldi ve ben kafamdaki bir yığın şeyi buluta aktarıyorum. Teknolojiyi kendi belleğimizin bir uzantısı olarak görmeye başladım. Daha az bilgiyi kafamızda tutmamız gerektiğinde zihnimizi daha farklı şeyler için kullanabilir hale geleceğimizi umuyorum. Bu da zaman içinde yaratıcılığı ve gelişmeyi arttıracaktır diye düşünmeye başladım.

Sonuç olarak beyin bir adaptasyon aracı. Ona neyi verirseniz adapte olmaya çalışan bir araçtan bahsediyoruz.

Eskiden olan durum birçok bilginin zihinde tutulmasını zorlayan bir durumdu. Şimdi ise buna gerek olmadığında -sizin tabirinizle “teknolojiye devretmek” (delegation to technology)- zihnimizi kullanabileceğimiz farklı yerler oluşmaya başlıyor.

Dolayısıyla farklı düşünme mecraları ve mekanizmaları çıkacaktır diye umuyorum. Bunu yapabilmek, kişileri bu dünyaya nasıl hazırladığımızla ilgili. Bu dünya böyle bir dünyaysa ama eğitim sistemimiz hâlâ bazı bilgileri hatırlamaya yönelikse ikisi birbiriyle bir uyumsuzluk içerisinde olur.

Dolayısıyla insanların zihnini böyle bir dünyaya hazırlarken bu sisteme uygun bir eğitime tabi tutmalıyız ki beyin o şekilde adapte olsun. Beyin adapte olan bir mekanizma. Gereken neyse onu yapmayı başarıyor. O sırada koşullar neyse onun gerektirdiğini yapabiliyor.

Aynı zamanda müthiş bir tahmin mekanizması. Bu kapıdan çıktığınızda ne olacağını tahmin edebilirsiniz. Ben arkadaşınız Uğur’a bir top atmaya kalkarsam Uğur kendini hazırlayacak.

Beyin bu fiziği anlayarak daha top benim elimden çıktığı anda nereye gideceği konusunda bir tahmin yürütmeye başlıyor ve onu orada yakalıyor. Benim bu becerileri geliştirmiş olduğum beyin, bu dünyanın beyni.

Onun içinde yer alan ve etrafındaki nesnelerin hareketlerine göre şekil almış bir beyin. Eğer başka bir dünyada olsaydı oradaki davranışları tahmin edemezdi. Buluta yüklenen bilginin nasıl kullanılacağı ile ilgili olarak da beynim adapte olmak zorunda. O aşamaya geldik mi henüz emin değilim ya da ben gelmedim.

Biraz önce bahsettiğim nesiller arası fark burada da ortaya çıkacaktır.

Geçmişe baktığımızda bilgiye ve bilgiye giden yolda genel kültürün önemini görüyoruz. Genel kültür sahibi olmanın yolu da eskiden hafızada lüzumlu lüzumsuz bir sürü bilgi tutmaktı.

Şimdi genel kültürün değeri mi azalıyor?

Evrimsel anlamda yaşanan bu değişim sizce psikolojideki hafıza çalışmalarının teori ve metotlarının da yenilenmesini gerektirecek mi?

Genel kültür meselesi kafa yorduğum bir mesele. 1996 yılından beri AFS ile değişime gidecek öğrencilerin testlerini hazırlıyorum. Onların benden talebi genel kültür testi yapmam. En başlarda kendime “Nedir bu genel kültür?” diye soruyordum. Hatta aşağılayıcı bir tavrım vardı. Genel kültürü en iyi olan adam kahvede oturan, çene çalan, gazete karıştıran adamdır.

“Ben o adamı mı yollamak istiyorum?” diyordum. Sonra bu ukalalığımdan vazgeçtim ve bu bilginin bir noktada işlevi olması gerektiğini düşünmeye başladım. Genel kültür hayatın farklı alanları ile ilgili bilgi sahibi olup o bilgiyi başka bir yerde kullanmanıza izin veriyor.

Örneğin bir romandan aldığınız pek çok şeyi kendi hayatınıza taşıyorsunuz. Romanlar yaşayamadığınız birtakım tecrübeleri size yaşatıyor ve ileride size yol gösterecek bu tecrübeleri bizzat yaşamadan yaşadığınızı sanıyorsunuz.

Genel kültürün siyasetten, sanattan ve şiirden bir miktar anlamanın zihinsel becerilerimizi geliştirdiğini düşünüyorum. Özellikle uzmanlaşmanın bazı alanlarda o kadar da gerekli olmadığı ve kendi alanlarımıza başka alanlardan soktuğumuz bilginin daha fazla katkı sağladığı günümüzde genel kültürün daha da önem kazandığını düşünmeye başladım.

Eskiden farklı düşünsem de bugün baktığımda bunun zenginleştirici, yaşamımızı kolaylaştırıcı ve problemlerimizin çözümünü iyileştirici bir yanı olduğunu düşünüyorum.

Çünkü bunların hepsi birer analoji bizler için. Dolayısıyla genel kültür sadece size prestij sağlayacak bir şey değil. Genel kültürün bunun ötesinde becerilerinizi de arttırıcı bir şey olduğunu düşünüyorum.

Anketlerde anılarımızı nasıl hatırladığımızı soruyorsunuz. “Anılarınızı dışardan biri gibi mi yoksa olayı tekrar yaşıyormuş gibi mi hatırlıyorsunuz?” diye de bir soru var.

Bu iki farklı hatırlama şekli bizim anıları hatırlama şeklimiz etkiliyor mu? Mekân algımız buna göre değişiyor mu?

Bu bizim otobiyografik bellek çalışmalarında sorduğumuz sorulardan bir tanesidir. İnsanlara bir olayı hatırlarken o sırada olayın içinde ve o olayın öznesi gibi mi yoksa dışarıdan bakan üçüncü bir göz olarak mı gördüklerini soruyoruz.

Çoğu insan olayları olayın içindeymişçesine hatırlıyor. Birtakım insanlar hiç dışarıdan bakmıyorlar ve hep içinden hatırlıyorlar. Birtakım insanlar ise %20 dışarıdan hatırlıyorlar, %80 içeriden hatırlıyorlar. Olayın duygusu ile ilgili araştırmalarda kişiler olayı dışarıdan hatırlamaya başladıklarında olayın duygusunda azalma olduğunu söylüyorlar. Bu bulgu terapilerde de kullanılmaya başlandı haliyle.

İnsanlar kötü hissettikleri olayları hatırlarken onlara perspektif değiştirme tekniğini verip olaya dışarıdan bakmalarını sağlamaya çalıştılar. Bunun sonucunda da olumsuz duyguların azalması umuldu. Temel mesele, bu her zaman gerçekleşmiyor.

İkinci mesele ise perspektif değişimini bir kere yaptığınızda bir sonraki hatırlamanın da aynı şekilde kalacağını garanti edemiyorsunuz.

Bu konuda çok fazla araştırma yok. Örneğin eski doktora öğrencilerimden Berivan profesyonel dansçıydı. Onunla konuştuğumuzda dans ettikten sonra dans ediş anını hatırladığını ancak biri ona dansın videosunu izledikten sonra bir daha içinden hatırlayamadığını söyledi.

Bunu denemedik ama denemeyi düşünüyoruz. Bir olayın videosunu izledikten sonra perspektifiniz değişecek mi? Bu soru anlamlı olabilir. O zaman bu gerçekten de bir terapi yöntemi olabilir belki. Bir aşamada yapacağız herhalde. Bakacağımız şeylerden bir tanesi perspektifin videoyu izledikten sonra değişip değişmediği.

Bu bana şu soruyu da hatırlatıyor: Acaba bir olayın üstüne farklı bir şekilde düşündüğünüzde eskisi gibi düşünmek mümkün olmuyor mu? Yüz hatırlama araştırmalarında bir yüzü uzun bir süre sonra gördüğünüzde o yüzü sanki hiç değişmemiş gibi algılamanıza yol açan bir mekanizmadan bahsedilir.

Örneğin ilkokul arkadaşlarımla yıllar sonra bir yemeğe gittik ve bana hiç değişmediğimi söylediler. Biz insan yüzlerini kafamızda var olan bir imajın yerine koyuyoruz. Çeşitli yüz imajları saklamıyoruz. Sadece son gördüğümüzü o imajın üzerine yerleştiriyoruz. Bu nedenle etrafımızdaki insanlar sanki hiç değişmemiş gibi geliyor.

Halbuki fena halde değişiyoruz fotoğraflardan da gördüğümüz gibi. Acaba ben belirli bir olayı farklı bir şekilde hatırladığımda o kayıt aynı olayın önceki kayıtlarının üzerine mi kaydoluyor? İnsanların yeni bir eve taşındıklarında eski evlerinin telefon numarasını unutmalarına benziyor bu.

Yenisi geldiğinde eskisini çöpe attığımız bir mekanizma var orada da.

Tasarımın unsuru olan alanlar; mimari, şehir planlaması, nesneler, görseller ve medya toplumsal hafızayı nasıl değiştiriyor ve dönüştürüyor?

Unutmayı nasıl sağlıyor ya da yeni hafızayı nasıl kuruyor?

Bu çok önemli bir konu. Elimizde var olan çok sınırlı bir bulgu ve değişikliğin bellekteki hatırlamayı azalttığını gösteriyor. Babasını kaybettikten sonra aynı evde yaşamaya devam eden kişiyle farklı bir evde yaşamaya başlayan kişi arasında ciddi bir bellek farkı görüyoruz.

Aynı evde yaşayan kişi daha çok hatırlıyor, farklı eve taşınan kişi daha az hatırlıyor. Bunu şehrin çevresinin değişmesine bağlayacağım. Şehir değiştikçe biz orada yaşananları hatırlamamaya başlıyoruz gibi geliyor bana.

Taksim Meydanı’nda bir saat vardı ve biz o saatin altında buluşurduk. Ben bunu çok yakın bir zamanda hatırladım, unutmuşum. Hiçbir şekilde belleğimde yeri yoktu.

Facebook’ta gördüm ve birdenbire anılar uçuşmaya başladı. Birdenbire o saatin altında yaşadıklarımı, beni bekleyen insanları hatırladım. Sonuçta eskiden cep telefonu olmadığı için randevulaşıp belirli bir saatte buluşulurdu.

Belleğin çağrışımları şehrin ve mekânın değişimi ile yavaş yavaş yok olmaya başlıyor. Bunu gösteren bir araştırma yok. Tamamen anekdotal bir şeyden bahsediyorum.

Travmada mekân değişikliğinin insanlara o olayı daha az hatırlattığı ve daha az duygu hissettirdiği gibi etkiler gördük. Mekânın değişmesi ile kötü duyguların gitmesi bir yandan iyi bir şey gibi olabilir ama şehir değiştiğinde durum farklı.

İnsan belleğinin mekânlarla ciddi bir ilişkisi olduğunu düşünmeye başlıyorum. O çağrışımlar bize geçmişimizi hatırlatıyor. Toplumsal olayların da böyle bir etkisi olabilir. Çünkü kişiler olayları bizzat yaşamamış olsa da nesilden nesile bir hafıza aktarımı söz konusu. Bu aktarım medya aracılığıyla da olabilir, aileden çocuğa anlatılan olaylar olarak da olabilir.

Bunu gözünüzün önüne getirip bir olay olarak hatırlayabilmeniz için gerçekten o olayın hâlâ var olması gerekiyor. Öteki türlü hayal edemiyorsunuz.

Ben size saat dediğimde eğer o saati Taksim Meydanı’nda bir yere koyamadıysanız dediklerimi hayal etmeniz mümkün değil. Ama eğer bir yer bulduysanız ve oraya bir saat koymuşsanız belki siz de ileride düşünebilirsiniz.

Dolayısıyla Taksim Meydanı değiştiği zaman orada yaşanan olayların da nesilden nesile aktarımı da duracak. Kimsenin kafasında böyle bir şey olmayacak.

Genel kültürün önemli olduğunu söylediniz. Buluşçu olmak ve bir buluş yapabilmek için kendi konunuzu çok iyi bilmemek gerekiyor diye düşünüyorum.

Sonuna kadar bilirseniz sınırlarını da biliyorsunuz. Dolayısıyla o konuya bir katkıda bulunamayacakmışsınız gibi bir his doğuyor.

Belki de yaratıcılık için beyinde boşluk bırakmak gerekiyor.

Psikolojide “zihinsel set” (mental set) dediğimiz bir kavram var. Zihinsel set, zaman içinde belirli bilgileri edindikten sonra kalıplar halinde düşünmeye başlamak demek oluyor. Mesela lisedeki fizik dersinde bizim bir problem kitabımız vardı. Bir gün arkadaşımın yardımıyla oradaki problemleri çözüyordum ve sistemi anlamışım.

Problemleri peş peşe çözerken bir problemde takıldım çünkü belirli bir kalıpla bakmaya başlamıştım. Hep aynı formülü uygulamaya çalışıyordum, o nedenle de çuvallıyorum. Zihinsel set dediğimiz de tamamen bu. Kafamızı belirli bir yapıya oturtuyoruz ve sürekli o yapının içinde problem çözmeye çalışıyoruz. Onun dışına çıkamadığımız zaman sizin dediğiniz şey oluyor.

Aşırı uzmanlaşmanın getirdiği meselede o paradigmanın dışına çıkamıyorsunuz ve hep aynı şekilde düşünüyorsunuz.

Daha önce yaşadığımız şeylerin bazılarını farklı şekilde hatırlıyoruz dediniz. Bazen de özellikle yanlış hatırlıyoruz.

O anıların doğru versiyonları beynimizde var mı? Yoksa yanlış şekilde kaydediliyor ve onlara başka şekillerde ulaşamaz mıyız?

Bir kitap tavsiyesi ile başlayayım, bu konuda eğlenceli bulduğum kitaplardan bir tanesi. Şimdi Türkçeye de çevrildi, Wittgenstein’s Poker (Wittgenstein’ın Maşası) diye bir kitap. Kitapta bir olay anlatılıyor. Wittgenstein ile Karl Popper hayatlarının büyük bir kısmını birbirlerinden bir sokak arayla yaşayarak geçirmişler ancak birbirleriyle hiç tanışmamışlar.

Daha sonra ikisi de Nazi katliamından kaçmak için Viyana’yı terk etmişler. Popper Yeni Zelanda’ya gitmiş, Wittgenstein ise doğrudan Cambridge Üniversitesine gitmiş. Popper Londra’ya dönmüş ve orada hoca olmuş.

Cambridge de bir gün Popper’ı konuşmacı olarak davet ediyor. Bir yığın profesör ve felsefeci dinlemeye geliyorlar. Popper konuşmaya başlar başlamaz Wittgenstein ayağa kalkıyor, şöminedeki demir maşalardan birini alıp adama doğru yürüyor, felsefesinin yanlış olduğuna dair bir şeyler söylüyor, maşayı fırlatıyor ve çıkıyor gidiyor.

Yazar ise bu iki felsefecinin hayatını bu olayın çevresinde anlatmayı seçiyor. Bu olayı orada yaşamış olan insanlarla da konuşuyor. Baktığınız zaman bu insanlardan her birinin olayı farklı hatırladığını görüyorsunuz. İnsanların iki büyük felsefeci arasında geçen bu kadar çarpıcı bir olayı nasıl olup da farklı hatırladıklarını merak ediyorsunuz.

Herhangi bir olayın hatırlanmasındaki ilk aşama kodlama aşaması. O olayı yaşarken neye dikkat ediyorsunuz, neye bakıyorsunuz ve neyi kodluyorsunuz? Bu olayın hatırlanacağı noktaya kadar arada dahil olan tüm etkenler sizin o olayı nasıl hatırlayacağınızı etkiliyor.

Siz bu olay hakkında ne düşündünüz, rüyanızda ne gördünüz ne hayal ettiniz, arkadaşınız o olay hakkında ne hatırladığını söyledi? Biz bir olayı her hatırladığımızda aslında bir daha yazıyoruz. Eski versiyonu siliniyor ve yenisi yazılıyor. Her hatırlama eylemi aslında zihinde o olayın tekrar yazılması demek oluyor. Dolayısıyla orijinal kopya diye bir şey yok. Sürekli bunun versiyonları yaratılıyor.

Bu konuyla ilgili yaptığımız bir araştırmayı da kısaca anlatayım. Buzlu camı ekran olarak kullandık. İki tane projektör koyduk ve buzlu cama film yansıttık. Ama aslında iki film yansıtmıştık. Bu filmler birbirinin tıpatıp aynısıydı.

Yalnız sekiz detayda farklılık vardı.

Filmlerden bir tanesinde adam elinde kola kutusu tutarken diğerinde bira şişesi tutuyordu. Bu iki filmi buzlu cama üst üste koyduk. Fakat bu filmler “polarizasyon” dediğimiz jaluziye benzer bir filtreden geçiyordu. Filmlerden bir tanesi dikey, diğeri ise yatay polarizasyonla yansıtılıyordu.

Biz insanlara gözlük verdik. İki kişiden biri yatay, diğeri dikey polarizasyonlu gözlük taktı. Yani ikisi de aynı filme baktıklarını sansalar da ikisi de farklı versiyonlara bakıyorlardı. Daha sonra insanları o olay hakkında tartıştırdık ve onlara sorular sorduk. Adam içeri girdiğinde elinde ne olduğunu sorduk. Biri kola kutusu dedi, diğeri bira şişesi dedi.

En sonunda da kişilere ne hatırladıklarına dair bireysel testler verdik.

İnsanların büyük bir oranının diğerinin söylediğine kandığını gördük. Kendi hatırladığından vazgeçiyor ve diğerininkini söylüyorlardı. Yönlendirme de yoktu.

Tamamen belleğin değişmesinden bahsediyoruz. Tabii araştırmada filmin izlenmesiyle hatırlama arasına başka işler de koyarak süreyi uzatıyoruz.

Bir deneyden daha bahsedeceğim. Bu çalışmayı epey bir yıl önce ikizlerle yapmıştık. İkiz kardeşler bulduk ve şunu keşfettik ki ikizler birbirlerinin anılarını çalıyorlar.

Bir olay yaşanmış oluyor ve ikizlerden ikisi de bu olayın kendi başına geldiğine inanıyor. Bunu ayrıştırmanın imkânı yok çünkü aynı şeyleri anlatıyorlar. Örneğin otuz yaşındaki iki adamla konuştuk, ikizdiler.

İkisi de üniversitede aynı kızla beraber olduklarını söylüyorlardı. Demek ki biz birbirimizin anılarını da alıyoruz. Sadece ikizlerde değil, kardeşlerde ve karı kocalarda da var.

Bellek mekanizması etkiye çok açık bir mekanizma. Dolayısıyla orijinal kopya yok.

İnsan olarak deneyimlerimizden öğrenerek tasarım yapıyoruz ama hatıralarımızın gerçekliğinden de emin değiliz. Ama yapay zekâ için böyle bir durum söz konusu değil.

Her ne kadar kendi kendine öğreniyor olsa da orijinal kopyamızı saklama ihtimali var. Yapay zekânın yeni bir şey öğrenmeden önceki deneyimleri de aynı şekilde kalabilir.

Yapay zekâ için insan beynine ne kadar benziyorsa o kadar başarılı olacağı gibi bir algımız var. Belki de bu kriter başlı başına yanlıştır.

Oradaki varsayımınız yapay zekâ sistemlerinde çeşitli versiyonlar tutulacağı varsayımı. Ama bunun birtakım kısıtlılıkları olduğunu da düşünüyorum.

Versiyon sayısı arttıkça saklayacağınız bilgiyi sınırlamanız gerekecektir. Bir kısıtlılığın olması gerekiyor, bu da bazı kopyaların silinmesi anlamına geliyor olabilir.

Hafızayı yeni teknolojiyle birlikte genişletebiliyorsunuz.

Ama bu bir sorun yaratır. Nörolojik bir sorun var örneğin, unutamama sorunu. Öyle bir sorunla yaşadığınızı düşünün. Bugüne kadar hayatınızda yaşadığınız her şeyi, her durumu, her olayı hatırlıyorsunuz. Bu müthiş bir şeymiş gibi gözükse de ben her zaman unutmanın iyi bir şey olduğunu söylerim. Yapay zekâ konusuna geri dönelim.

Diyelim ki bir bilginin seksen tane farklı versiyonu var. Bu seksen versiyondan hangisini seçeceği konusunda bu sefer de yapay zekâ sıkıntı yaşayacak. Buradaki en akıllıca çözüm o versiyonlardan bir kısmını elemek.

En ufak detayda seksen versiyondan birini seçecek olan bir sistemin sizin hesaplamalarınızı geometrik bir şekilde aktaracağını düşünüyorum. Bu nedenle orada yapılması gereken, var olan seçenekleri azaltarak ilerleyebilmek.

Çünkü her seferinde bir karar verme mekanizması yaratıyorsunuz. Süpermarketteki pek çok farklı marka karşısında zorlanmamız gibi bu. Bir marka olsaydı onu alıp çıkacaktık.

Aynı şekilde yapay zekâ da seksen versiyondan hangisini seçeceği konusunda bir işlem yapmak zorunda kalacak. Dolayısıyla bu işlem gerekliliğinin geometrik olarak artacağını düşünüyorum.

Bunun ekonomik yöntemi ise eski bilgilerin budanması. Hafıza kapasitesi sınırlı olabilir ama işlem kapasitesi sınırlı olacağından bunu gereklilik olarak görüyorum.

Ama ben de kısıtlı düşünüyor olabilirim şu anda.


Sami Gülgöz Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümünde lisans derecesini tamamladıktan sonra Georgia Üniversitesinde yüksek lisans ve doktora derecelerini almıştır. Dört yıl Auburn Üniversitesinde öğretim üyeliği yaptıktan sonra 1993 yılında Koç Üniversitesinde öğretim üyeliğine başlamıştır. Burada 2001 yılında Doçent, 2006 yılında Profesör olduktan sonra 2006-2008 yılları arasında Fen, İnsani bilimler ve Edebiyat Fakültesi Dekan Yardımcısı, 2008-2014 yılları arasında da İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi Dekanı olarak görev yapmıştır. Halen bu fakültenin Psikoloji Bölümünde öğretim üyesidir. Araştırmaları kişisel özellikler ve zihinsel işlevler üzerinedir. Son yıllarda ağırlıklı olarak kişilerin kendi yaşamlarını hatırlamaları üzerine olan araştırmalara yoğunlaşmıştır. Bilimsel makalelerinin yanı sıra Eğitim Reformu Girişimi ve Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı gibi eğitim kuruluşlarıyla projeler yapmıştır. Halen Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfının Bilim Kurulunda ve Yönetim Kurulunda görevlidir. Avrupa Bilim Vakfında Beşerî Bilimler Daimî Komitesinde Türkiye temsilciliği ve yönetim kurulu üyeliği görevlerinde bulunmuş, Avrupa Araştırma Konseyinin (European Research Council) araştırma ödülleri programlarında panelistlik ve hakemlik yapmıştır. Psikoloji bilimine katkıları nedeniyle Association for Psychological Science tarafından 2012 yılında fellow olarak seçilmiştir.

Geçmişte Ne Olduğunu Yüzde Yüz Söyleyemeyiz Ama Kurgusunu Bilimsel Bir Dille Yapabiliriz

Lucienne Thys Şenocak
Hazırlayan: Ceylan Beşevli

Kıyafetler ve moda ürünleri kültür mirası olarak sayılabilir mi? Sizin bu konudaki yaklaşımınız nasıl?

Tekstil başlı başına çok ilgi çekici bir branş. Dolayısıyla müzeler ile ilişkili ve de aynı zamanda kültür mirası olarak nitelendirilebilecek çok önemli bir başlık. Türkiye’de tekstille ilgili oldukça kapsamlı ve zengin koleksiyonlar var.

Örneğin Sadberk Hanım Müzesi çok güzel bir koleksiyona ev sahipliği yapıyor. Bizim tekstil ile alakalı olarak şu anda devam ettiğimiz çalışmamızda yeni teknolojiler ile dokümantasyon önemli bir yere sahip. Tekstil dokümantasyonu özellikle zordur çünkü ilk bakışta iki boyutlu görünürler.

Biz de buradan yola çıkarak tekstilleri korumanın lazer tarama ve dijitalleştirme yöntemleri ile mümkün olup olmadığı sorusunu araştırıyoruz.

Bir başka projede Bahçeşehir Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Ürdün’den iki Üniversite ve Berlin Teknik Üniversitesi ile çalıştık. Sadberk Hanım Müzesi ile yürüttüğümüz bu projede, koleksiyonlarında bulunan üç gelinliği lazer ile taramak istedik.

Tabii ki öncesinde bu işlemin testili incitmeyeceği konusunda onları ikna etmemiz gerekti. Daha sonrasında elde ettiğimiz sonuçlardan bu lazer teknolojisinin tekstil üzerinde uygulanabilirlik derecesini görmüş olduk, başarılı bir şekilde üç boyutlu taramalar da elde ettik.

Tekstil ile alakalı bir başka sorun ise yapı olarak oldukça hassas olmalarından kaynaklanıyor. Arkeolojik kazılarda tekstil ile karşılaşma ihtimali çok düşüktür, tekstile rastladığımız nadir durumlarda da bunlar çok eski kumaşlar olmuyorlar.

Tasarımcılar olarak mirasın dokunulamayan, somut olmayan boyutlarını nasıl geleceğe aktarabiliriz?

Bu konuda UNESCO’nun somut olmayan kültürel miras listesi var. Türkiye bu listede oldukça aktif diyebiliriz. Örneğin Türk kahvesi, yerel halk dansları ve bazı dini törenler bu listede yer alıyor.

Bunların dokümantasyonu birkaç yolla yapılıyor. İlk yöntem sözlü tarih ile belgeleme. Bu tarz soyut mirasları uygulayan, örneğin gastronomi ile uğraşan, kişilerle yapılan röportajlar bu belgeleri oluşturuyor. Koku gibi daha zorlu konularda yapılan çalışmalar da mevcut.

Bir mekânı miras olarak değerlendirdiğimizde, sadece görsel ve işitsel boyutlarını değil, kokuyu da içine alan çalışmalar gerekiyor çünkü koku bu mekanların en büyük özelliklerinden biri.

Doktora tez danışmanlığını yaptığım öğrencilerimden Lauren Davis kokunun saklanması ve de bunun belgelenmesini Eminönü Mısır Çarşısı özelinde araştırmıştı. Mısır Çarşısı’na girdiğinizde sizi görselden önce ilk karşılayan şey esasında kokular.

Duyularınız baharat, balık, kahve gibi pek çok koku ile bombardımana uğruyor. Bu kokuların, çarşıya giren içeriğin farklılaşması ile yıllar içinde değiştiğini ancak arşivlerden öğrenebiliyoruz. Bir diğer koku belgeleme yöntemi ise daha bilimsel olan numune alma yöntemi.

Özellikle parfüm endüstrisi kaynaklı çoğu teknolojiler, kokuyu moleküler bir yapıya ayrıştırabilmeyi ve saklamayı mümkün kılıyor.

Koku belgelerken numune alma nasıl gerçekleşiyor?

Numune almayı gerçekleştiren makineler var. En basit şekilde açıklayacak olursam bu makine belirli bir kokusu olan cisimlerin yakınındaki havayı çekip saklıyor.

Bu yakalanan kokuyu moleküllerine parçalıyorlar. Başka endüstrilerde de makinelerin kullanımlarını görebiliyoruz. Örneğin şarapta aroma ve buketi etkileyen şeylerden biri de koku.

Parfüm ve kozmetik endüstrisi kokuyu pazarlama için kullanıyorken biz buna daha çok miras aktarımı açısından yaklaşıyoruz. Beraber çalıştığımız bir kimyager ve de aynı zamanda sanatçı olan Sissel Tolaas’ın kişisel koku arşivi var. O da makine kullanarak numunelerini elde ediyor.

Cape Town’dan Berlin’e pek çok şehrin kokusunu saklıyor ve sonrasında bunları moleküllerine ayırıyor.

Ayrıca Fransa’da da bulunan Osmoteqhue dünyanın en büyük ve tek koku kütüphanesi.

Somut olmayan mirasın aktarılması için yaptığınız röportajlarınızda kişiler koku gibi somut olmayan şeyleri nasıl tarif ediyorlardı?

Koku, anıları tetiklemekte oldukça güçlü ve de çok içgüdüsel bir duyu. Aniden aldığınız bir koku sizi bir anda çocukluğunuza götürebilir. Dolayısıyla insanların koku hakkında konuşmaları oldukça nostaljik oluyordu.

Konuştuğumuz kişilerde karşılaştığımız bir konu da bazı kokuların değişimi hakkındaydı. Mısır Çarşısı’ndaki dükkân sahipleri jüt kokusunun yerini plastiğin almasından sıkça bahsettiler. Eskiden ürünlerin taşınması kenevir gibi organik malzemeden çuvallar ile olurmuş ve bu çuvalların kokusu o ortam ile özdeşleşmiş şeylerden biriymiş.

Şimdi ise giderek her şeyin plastiğe dönüşmesi ve çarşıdaki kokuya olan etkisinin dile getirilmesi bizim için ilginçti.

Röportaj yaptığımız kişilerden çok azı “sinestezya” dediğimiz algılama biçimine sahipti. Bu kişiler kokuları başka kokular ile ilişkilendirip o şekilde tarif ediyorlardı.

Görüştüğümüz bir kişi koku hakkında konuşurken bunların esanslarını ve notalarını söyleyebiliyordu. Bu derinlikte tasvirlere az rastlanıyor. Diğer algılama biçimlerinde ise kokular rakamlar ve renklerle kodlanabiliyor.

Röportajlar esnasında koku denince insanların aklına tabii ki kötü kokular da geldi. En çok söylenen ve sevilmeyen kokulardan biri kömür kokusuydu.

80’lerden benim de en baskın hatırladığım ve unutamadığım koku kömürdü. Şimdi ise şehirden uzaklaştıkça o kokuyu yeniden duyabiliyorsunuz. Garip bir şekilde kömür kokusu her ne kadar kötü olsa da kokusuyla derin bir nostalji duyuyorum.

Bunların yanı sıra kokunun tarif edilmesiyle ilgili edebiyata da baktık. Bir yazar keçi kılı ile ilgili bir koku tarifinde bulunuyordu. Benim de keçilerim olduğu için birkaç tutam keçi kılını ıslatarak kokuyu canlandırmaya çalışmıştık.

Bunu Lauren, Eminönü çalışmasında yakaladığı kokularla bir sergide metinlerle destekledi. Sergide keçi kılını hem koklayıp hem de yazarın bunu nasıl tanımladığını da okuyabiliyordunuz.

Koku ve müze deneyiminin bir başka örneği de Belçika’nın Ypres şehrindeki Birinci Dünya Savaşı Müzesinde var.

Savaş kokusunu simule etmek için kan kullanılmıştı. Girdiğinizde aldığınız çürüme ve kan kokusu -her ne kadar hoş bir deneyim olmasa da- oldukça çarpıcı bir etkiye sahipti.

Günümüzü tarih çalışmaları yapan yetkililer dışında kendimiz de dijital aletlerle belgeliyoruz.

Buradan yola çıkarak gelecekte arkeologların ve tarihçilerin çalışmaları ve alan tanımları sizce nasıl değişecek?

Arkeolojide günümüz teknolojileri büyük değişimler başlatmaya başladı bile. 2005 yılında bir ilk olarak Gelibolu Yarımadası’ndaki Osmanlı Dönemi’nden kalma Seddülbahir Kalesi’nde 3D lazer taraması yapmıştık.

Bu Caroline Aslan ile çalıştığımız bir restorasyon projesiydi ve prosedür olarak Koruma Kurulundan onay almaya gitmiştik. Teknolojinin getirebileceği değerlerden bahsetsek de ilk başta oldukça negatif tepki verdiler.

O günlere baktığımızda gerçekten de alanda belgeleme ve kayıt alma şekillerinde büyük bir değişim yaşadığımızı söyleyebilirim.

Geçtiğimiz günlerde, ANAMED araştırma merkezinde, merkezin direktörü Chris Roosevelt’in girişimi ile gerçekleştirilen sempozyumun ana konusu dijital belgeleme yöntemleriydi.

Konferans yeni teknolojiler ve bunların çalışmalara dahil edilmesi, bunların getirdiği metodolojik problemlere adanmıştı. Büyük miktarlarda biriken verinin ötesinde, nasıl işlenip ayrılacakları ve bunlara kimin erişiminin olacağı konuları tartışıldı.

Bundan iki yüzyıl sonra şu anda kullandığımız bilgisayarlar kalmayacak ve dolayısıyla günümüz teknolojileriyle tuttuğumuz belgeler artık erişilebilecek mi düşünmeliyiz. Dijital bir karanlık çağ ile karşı karşıya olabileceğimizi pek çok kişi dile getiriyor.

Örneğin eskiden kullandığımız disketlerde bir belgeniz olsa şu anda bunu okuyabilecek bilgisayar bulmak giderek zorlaşıyor. Şu anda başladığımız 3D belgelemede bile bu geleceğe aktarma yöntemlerini gözetmeliyiz.

Bu belgelere kimin erişiminin olacağı sorusuna bakarsak Türkiye’de arkeoloji çalışmaları için ulusal bir veri tabanı yok. Bu verilerin çoğu yurt dışındaki üniversitelerin veri tabanlarında bulunuyor.

Buradaki bilgilerin çok büyük miktarlarda oluşu ve dijital belgelerin koruması için gereken hassasiyet, üzerine düşünülen bir konu.

Günümüzde sıkça gördüğümüz geçmişi konu almış filmlerde ve televizyon dizilerinde tarihin temsili hakkında ne düşünüyorsunuz?

Tarih ile ne kadar çok kişi ilgilenirse o kadar iyidir diye düşünüyorum. Geçmişte ne olduğunu tam olarak bilmemiz imkânsız. Bu yapımlarda olaylara kendi yorumlarını getiriyorlar, dolayısıyla bunlara tarihi kurgu diyebiliriz.

Çok iyi araştırılmış ve yapılmış çalışmalar, o dönemde neler olmuş olabileceğini göstermek için çok değerliler. En sevdiğim örneklerden olan Jane Austen filmlerinde malikaneleri, kıyafetleri ve davranışları görebiliyor ve tarih hakkında pek çok şey öğrenebiliyoruz.

Ama bunların kurgu boyutunun da farkında olmamız gerekiyor.

Türkiye’deki tarihi yapımlar da tarihi farkındalık yaratmaya başladığı için olumlu diyebilirim. Benim de ilk kitabım 17. yüzyılda yaşamış IV. Mehmet’in annesi Turhan Sultan’ı konu alıyordu.

Bu dönem “Kadınların saltanatı” olarak da anılıyordu fakat bu değerlendirme çok çarpıtılıyor ve bu kadınlar entrika çeviren kişiler olarak sunuluyordu.

Dizi ilk çıktığında bir bakımdan bu ön yargıyı kırma potansiyeli beni oldukça sevindirdi. Fakat öte yandan yapımcının isteğine göre değişen olay aktarımları, kostümlerin dönemin gerçeklerinden uzak olması gibi dizinin yorumlanan kısımlarının fazla oluşu diziyi bırakmama sebep oldu.

Üzücü olan bir başka şey ise 1930’lardaki tarihçilerin kadınları sunduğu entrikacı konjüktürünü bu yapımların güçlendirmesi oldu. Halbuki sunulanın tam tersi bir durum söz konusu.

Hürrem, Mihrimah ve Turhan erkekler kadar diplomatik olaylarda etkiliydiler. Örneğin Mihrimah donanmaları finanse ediyordu. Turhan Sultan’ın donanma kaptanı ile finansal kaynaklar hakkında diplomatik mektuplaşmalarından da görüyoruz ki oldukça etkili ve de bilinçli bir karakterdi.

Tüm bu yapımların bu noktaları es geçmesi büyük bir kayıp. Bulundukları mekanları daha gerçeğe uygun bir prodüksiyon ile sunsalar, kostümler daha uygun olsaydı, hepsinden önemlisi karakterler de tarihle tutsaydı çok daha farklı bir algı kurulabilirdi.

Türkiye’deki tarihi alanlar kullanılmak üzere halka açılıyor. Sizce tasarım bu geçmiş ve geleceği nasıl bir araya getirmeli?

Restorasyon mimarisinin alanı olan yapılar da insanlar gibi hayatları boyunca farklı dönemlerden geçiyorlar. Dolayısıyla yapının bir kısmı bir dönem diğeri başka bir dönemden kalma olabiliyor.

Geçmiş ile günümüz arasında harmoni yakalayan pek çok çalışma var. Sürdürülebilirlik de tarihi alanlar için özellikle önemli bir kavram.

Eskisinin üzerine inşa edilen yapılarda bir tasarım kararı olarak yapı elemanlarını cam ile koruma eğilimi var.

Günümüzde kullanılmak üzere açılan tarihi alanlarda tasarımcıların işi oldukça zorlu. Tasarımın dili mekanla uyuşmalı, restorasyon ekibinin gözettikleri ile uygulamanın örtüşmesi gerekiyor.

Bir yapı cam ile kaplanacak ise uygun UV filme sahip olmalı, koruyuculuk her şeyin üzerinde tutulmalı. Bununla beraber restorasyon ekibi de tasarımcıların kararlarına saygı duymalı.

İki taraf arasında sinerji yakalanmalı. 97 senesinden beri çalıştığımız bir alanda tasarımcılar ile bir aradayız. Bunca senedir oraya gidip gelmek alanı artık benim için bir ev haline getirdi. Mimar ekipler, müze ekipleri gibi pek çok farklı daldan insanlarla alanla ilgili görüşmelerimiz oldu.

Onlar tasarım açısından mekâna girince insanların akışı nasıl olacak, engelli ziyaretçi girişi nereden olacak gibi perspektiflerden bakıyorlar. Önerdikleri şeylere ilk tepkim “Hayır, ona dokunamazsınız.” şeklinde oluyordu.

Bu tepkim tamamen savunma mekanizmasıydı ve de zamanla onların tasarıma hakimiyeti ve kaygılarımızı göz önünde bulundurmaları sayesinde bir mutabakat yakaladık.

Beraber çalışmak, birbirinin disiplinine ve kararlarına saygı duymayı gerektiriyor. Birbirinden öğrenebileceğini fark etmek, anlamadığın noktaları gerçekten de anlamadığını kabul etmek gerekiyor.

Günümüzde kültürümüz yabancı kültürlerden oldukça etkileniyor ve farklılaşmalar oluyor.

Kültür mirası dediğimiz kavram sizce ne derecede korunuyor?

Türkiye kültürel anlamda her zaman çok zengin bir ülke oldu. Pek çok farklı kültür mirasıyla dolu oluşu bu ülkenin en önemli değerlerinden biri. Günümüzde dünyanın her yerinde farklılaşmalar ve kutuplaşmalar oluyor.

Bu durum doğduğum ülkeden yaşadığım ülkeye, ait olduğum her yerde söz konusu. Fakat bunun değişeceğini düşünüyorum. Fark etmemiz gereken şu ki, özellikle Türkiye gibi ülkelerde, bizi biz yapan sahip olduğumuz değer çeşitliliği. Bir de tarihi açıdan günümüzde kullandığımız şeylerin temeline bakarsak bu değerlerin bazılarının aslında kültürümüze aktarılmış olduğunu görebiliriz.

Dolayısıyla belki de bu yabancı kültürlerle olan karşılaşmalarımız bizi geliştiren şeylerden biri. Örneğin sabah yataktan kalktığınızda üzerinizde olan pajama ve bu kelimenin aslı Hindistan’dan geliyor.

Yediğimiz yemekler de dünyanın çeşitli yerlerinden gelen tarifler ve malzemelerden… Buna globalizasyon veya emperyalizm de denebilir, isimden bağımsız olarak bu fenomen genel olarak hayatımızı zenginleştiriyor diyebiliriz.

Bazıları bunu bir kutuplaşma fırsatı olarak değerlendirip “bizler” ve “onlar” diyebilir. Bunu yaparsak tüm değerlerimizi kaybederiz.

İstanbul’un en güzel yanlarından biri daimî yeniliği. 84 senesinden beri gittiğim her yer sürekli beni şaşırtıyor. Arka arkaya gitsem dahi hep yeni bir şey, bir devinim var.

Bu zenginliğe tutunup kutuplaşmaya izin vermeden devam etmeliyiz. “Bizler” ve “onlar” dünyasında yaşamıyoruz.

Sizce koku gibi somut olmayan kültür miraslarını tasarım sürecine ya da ürünün kendisine dahil etmeli miyiz?

Koku pek çok alandaki tasarıma zaten müdahil vaziyette. Pek çok mağazanın kendi parfümü var, bu pazarlama için kullanılan bir taktik. Vücudumuzu da koku ile temsil ediyoruz.

Kokunun vücuttan öte başka yerlerde kullanılması oldukça ilginç. Son beş yılda “şehirde koku” yürüyüşlerinde görme duyusu bir kenara bırakılıp, koku ile şehri keşif deneyimleniyor.

Küçükken en sevdiğim şeylerden biri “kazı ve kokla” kitaplarıydı. Sürekli yeni bir koku ile karşılaşmak çok heyecanlı ve de eğlenceliydi. Ürünlerde ise yeni arabaların kendine has bir kokusu var.

İkinci el bir araba satılırken yeni araba kokusu verilse belki de çok etkili bir satış taktiği olabilir. Parfüm deterjan dışında, aslen koku görevi gütmeyen, bir ürünün kokusunun onun reklamı olması konusu da çok ilginç olabilir.

Kültür mirası dediğimizde bunun “miras” statüsüne nasıl eriştiği, kimin bu duruma karar verdiği ve bunun kimin mirası olduğu gibi pek çok soruyu akla geliyor.

Arkeoloji bu bağlamda nasıl ilerliyor?

Türkiye’den bir eser Dünya Mirası listesine aday gösterildiğinde ilk olarak hükümetin onayından geçiyor. Bunun ardından Ankara’daki UNESCO ofisinden kabul alıyor. Bu aşamalardan geçen Miras’ı büyük M ile düşünebiliriz.

Fakat bir diğer tartışma ise aslında her şeyin bir miras olduğu yönünde, sadece büyük harfli olanların değil. Çevremizdeki her şey ilgiyi hak ediyor ve birilerinin geçmişini temsil ediyor.

Çok önemli bir tarihçi olan David Lowenthal, küçük m ile yazılan miras neredeyse her şey sayılabileceği için bunları bir yük olarak nitelendiriyor.

Şimdi de somut olmayan mirasları da bu listeye eklersek dijital verilerdeki artışla da beraber oldukça yüklü miktardan bahsediyoruz. Dünya mirası dediğimiz kavramın Dünyanın her yerinde aynı şekilde değerli olması gerekiyor.

İrlanda’da olan bir mirasın Yemen’de de bir değer temsil etmesi bekleniyor. Türkiye’nin Dünya Mirası listesine giren yapıların, değerlerin sık sık dile getirildiğini görüyoruz, “Bu da listeye, şu yapı da aday…”, bu tıpkı bir futbol maçı gibi.

Öte yandan gözden kaçmaması gereken şu ki küçük harfle bahsettiğimiz miraslar UNESCO listesine girmese de yine de belgelenmeye, araştırılmaya ve korunmaya değer.

Arkeologlar olarak bulduğunuz bir eserin dönemi kesin bulunabilirken ona addedilen değeri kesin temsil ettiğine nasıl emin olabiliyorsunuz?

Bir eserin ne anlama geldiğini tam olarak söyleyebilmemiz o dönemde yaşamadığımız için oldukça zor. Eserleri elinizden gelen en iyi şekilde döneminin koşullarında değerlendiriyoruz, başka bölgelerdeki eserler ile karşılaştırıp anlamlarını pekiştirmeye çalışıyoruz.

Başka arkeologlar bölgede tekrar kazı yapıp, eseri yeniden yorumlayıp yeni anlamlar keşfedebiliyorlar. Dolayısıyla kazı yaparken alanın korunması ve zarar görmemesi oldukça hayati.

Öte yandan şunun da farkında olunmalı ki kazı yaparken, araştırma yaparken, hatta okuma yaparken önümüzde bulunan esere kendi anlamlarımızı yüklüyoruz.

Sahip olduğunuz bilgi, konuyu kendi belirlediğiniz yönden bakmanıza ve ön yargıya sebep olabiliyor. Dolayısıyla doğru dediğimiz şeye ulaşmamız imkânsız, doğruya en yakın kurguyu inşa etmeyi hedeflemeliyiz.

Bunların yanı sıra, zaman geçtikçe teoriler ve değerlendirme açılarımız da değişiyor. Bundan bir önceki yüzyıl ile şimdiki arkeolog ve tarihçilerin olaylara bakış açısı oldukça farklı.

Örneğin arkeolojiye günümüzde popüler bir konu olan cinsiyet açısından bakarsak 19. yüzyıldaki tarihçilerden çok daha farklı sorular sorabiliriz. Bundan yüzyıl sonrasında da oldukça farklı perspektifler olacağının farkında olmalıyız.

Her şeyi koruyabileceğimizi düşünmek de oldukça naif bir düşünce.

Elimizden gelen en iyi şekilde eserleri korumaya çalışmalı, kazıları minimal müdahale ile gerçekleştirmeliyiz.


Lucienne Thys Şenocak doktora derecesini Pennsylvania Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümünden, yüksek lisans derecesini ise Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümünden almıştır. 1993 yılından beri Koç Üniversitesi’nde ders vermektedir. Ders verdiği ve araştırmalar yaptığı konular arasında; Osmanlı Dönemi mimari tarihi, erken modern Osmanlı Dönemi’nde cinsiyet ve mimari patronajı, Osmanlı surları, kültürel miras yönetimi ve müze çalışmaları bulunmaktadır. Kendisi aynı zamanda ICOMOS Türkiye (Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi Türkiye Milli Komitesi) üyelerinden biridir.

Tasarımda Hatalara ve Tesadüflere Yer Yok!

Kemal Can
Hazırlayan: Nisa İrem Kırbaç

Lif sanatının pamuk, kenevir, yün gibi doğal malzemelerden yararlandığı biliniyor. Bu bağlamda coğrafi koşullar değiştikçe lif sanatında ne gibi değişiklikler görülüyor?

Dolayısıyla madde değiştikçe eserlere yüklenen anlamlar nasıl değişiyor?

Lif sanatına verilen ilk isim tekstil sanatıydı. Önceleri yaygın olarak doğal malzemeler kullanılıyordu. Yani lif denildiğinde ilk anda akla gelen ipek, kendir, kenevir, yün, ipek gibi bitkisel ve hayvansal kökenli malzemeler kullanılırdı. Ama zaman içerisinde aslında life pek de uzak olmayan bazı eğrilebilir, bükülebilir, dokunabilir malzemeler de lif sanatçıları tarafından kullanılmaya başlandı.

Bunlardan bir tanesi teldir. Tel deyince insanların aklına ilk anda bazı sorular gelebilir. Halbuki Topkapı Sarayı’ndaki kıyafetlerde tel kullanımına sıkça rastlamak mümkün.

Tel kırma diye bir tekniğimiz var. Bu örnekteki gibi geleneksel ve bilinen tekstil malzemelerinin dışındaki eğrilebilir, bükülebilir, dokunabilir her türlü malzeme kullanılmaya başlandıkça “tekstil sanatı” isminin yerine daha geniş bir malzeme yelpazesini anlatan “lif sanatı” ismi kullanılır oldu.

Ama kimi kaynaklarda “tekstil sanatı” diye görürseniz bunda bir sakınca yok, kullanılabilir. Uluslararası bir sergiye katılmak için Norveç’e gitmiştim. Orada sergiye katılan bazı sanatçılar artık “lif sanatı” kavramını değil de doğrudan yalnızca “sanat” kavramını kullandıklarını söylediler, böyle yeni bir oluşum da var.

Gelişen zaman içerisine işin içine doğal malzemelerin yanında sentetikler de girmeye başladı. Sentetik demek biraz sınırlı, kimyasallar diyeyim. Kimyasallar rejenere ve sentetik malzemeler olarak ayrılıyor. Lif sanatı yapmak için tüm bu malzemelerin hepsi kullanılabilir.

Lif sanatı coğrafyadan coğrafyaya şöyle farklılık gösterebilir. Mesela Latin Amerikalı bir sanatçının “Hemen yanı başındaki malzeme nedir?” diye soracak olsak cevap lama yünü olabilir. Dünyanın başka bir yerinde yaşayan bir sanatçının bunu bulması ve dolayısıyla kullanması kolay olmayabilir.

Ya da Çin’de sanatçılar belki ipeğe biraz daha yatkındır diye düşünülebilir. Çünkü yüzyıllar boyunca geleneklerinde var olan bir malzeme. İpek ilk olarak Çin’de bulunmuştu, biliyorsunuz. Bu durum Dünyanın kuzeyinde veya güneyinde yaşayanlar için de geçerlidir. Önemli olan o elindeki malzemenin dilini doğru kullanmak.

Diğer taraftan, bazı zamanlarda, özellikle yokluk dönemlerinde lif sanatı bu eksikliklerden çok hakikaten etkilenmiş.

Şöyle ki, Dünya Savaşı sonrasında yapılan çalışmalara baktığımız zaman eski Doğu Bloku ülkelerinde oldukça kaba, grotesk tekstil objeleri ortaya konulmuş. Çünkü ellerinde kullanabilecekleri yeteri kadar yün, pamuk, ipek gibi malzemeler yokmuş.

Ellerinde var olan kaba malzemelerin kullanılması ile sanat nesneleri grotesk yapılara dönüşmeye başlamış. Bu ilk başta bir dezavantaj çünkü sanatçı o malzemeyi buluyor ve başka bir seçeneği olmadığı için onunla çalışıyor.

İlk anda dezavantaj gibi duran bu durumda kaba malzemeler ile birlikte temel sanat elemanlarından “Işık ve Gölge” lif sanat ürünlerinde farklı türden yer almaya, dolayısıyla onlara farklı türden değerler katmaya başlamışlar.

Ortaya rölyef tadında, heykelimsi, üç boyutlu işler çıkmış. Polonyalı sanatçı Magdalena Abakanowicz’in işlerinde bu durumu ve bu durumun Abakanowicz’in sanatçı kişiliğine kazandırdıklarını çok net görürüz. Onun yarı soyut sayılabilecek figüratif işlerinin grotesk yapılarında Polonya’nın o dönem yaşadığı dram vardır.

Buna karşılık aynı dönemde, Amerika kıtasında savaş yaşanmadığı için Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayan sanatçıların malzeme bulma sıkıntıları bu boyutta olmamıştır. Onlar ilerleyen teknoloji sayesinde geliştirilmiş olan yeni malzemeleri de kullanabilmişlerdir.

Anlam konusuna gelince bizler yaptığımız çalışmalarımızda malzemelerin dillerini kullanır, özde söylemek istediklerimizi onlar aracılığıyla söyleriz. O nedenle aynı bir yabancı dil konuşur gibi o dili çok iyi bilmemiz lazım.

Bizim yaptığımız çalışmalarda tesadüflere pek yer yoktur. Ama tesadüfler kaynak olarak kullanılabilir. Bazen tesadüfen gördüğünüz bir şey, bir durum, malzemeler arasındaki ilişki size ilham verebilir. Özellikle tasarımlar için hatalar, yanlış müdahaleler söz konusu olamaz.

Yanlışlık yaptığınız an o proje, tasarım çöker. Bir tane çizgiyi veya çözgüyü unuttuğunuzda, baskı sırasında aksı kaydırdığınızda, hesap hatası yaptığınızda o ürün, o kumaş gitmiş demektir. Zarar her anlamda büyük olur.

Tasarım açık uçludur. Kullanıcının ürünlere yüklediği anlamlar ve fonksiyonlar değişir. Siz sanatsal çalışmalarınızın bir kısmını doğada yapıyorsunuz.

Halk çalışmalarınıza katkıda bulunuyor mu?

Biz yaptığımız her “Doğal Çevrede Lif Sanatı” çalışmasında önce çevreyi etüt ederiz. O bölgedeki doğal yaşam sürecini ve dengesini anlamaya çalışırız. Bu döngünün içerisine saygılı bir şekilde girmemiz gerektiğinin farkındayız. Dolayısıyla yapmış olduğumuz her müdahalenin doğayla ilişkisi çok önemli. Doğal veya sentetik olması fark etmeksizin kullanılan her malzeme doğayla bir şekilde ilişki kurar.

Araziye çıkarken yanımızda muhakkak saha komiseri gibi çevre mühendisi olur. Çünkü doğal çevre ile ilgili yeni sanatsal bir söylemden, yaklaşım biçiminden bahsediyoruz. Dolayısıyla yanımızda çevre mühendislerinden bir saha komiseri olmak zorunda.

Eğer uygulanan veya uygulanacak olan projenin gidişatında bir yanlışlık, kullanılan malzemelerde bir problem varsa çalışmayı iptal etmede mühendisler bizden daha yetkilidir. Doğayla diyalog kurmak, onu anlamak, kavramak için yapılan minimum müdahaleler dışında anlamsızca bir dalın kırılması, bir karıncaya bile zarar verilmesi kabul edilemez.

Yapılan çalışmaların sonunda o bölgeyi bulduğumuz gibi, geride bir atık malzeme bırakmadan, saygılı bir şekilde terk ederiz. Bizim doğaya ihtiyacımız var, doğanın bize değil.

Çalışmalarımızda önemli olan, özde yatan yola çıkış amacımız. Eğer interaktif çalışma yapmak gibi bir derdimiz varsa bunu izleyicilere önceden belirtiriz. Genelde bizimle çalışmak çevredekilerin hoşlarına gidiyor.

Şile’de Üniversitemizin Fotoğraf Bölümü ve diğer sponsorlarla birlikte “Işığa Kavuşmak” isimli çalışmamızı yaparken anneler, teyzeler, amcalar, gençler, çocuklar kısaca Şileliler bizimle duygusal ilişkiler kurdular ve yardıma geldiler.

Her anlamda bizi desteklediler. Ama bu projenin özüne doğrudan etki edecek, değecek bir müdahalede bulunmalarına müsaade etmedik. Çünkü projenin özünde böyle bir düşünce yoktu.

Kaldı ki kişisel olarak da bu tip çalışmaları yaparken eline kalem, boya alan herkesin her çalışmaya müdahale etmesini istemem. Çünkü bir süre sonra yapılanlarla durum çevre kirliliğine dönüşmeye başlıyor. İş kontrol dışı, denetimsiz ilerlerse bayağılaşıyor. Bu olmaz.

Şile projesinin uygulanması öncesinde Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Tekstil ve Moda Tasarımı Bölümü olarak proje ortağımız Fotoğraf Bölümü ile birlikte Şile Belediye Başkanlığı, müdürlükleri, ilgili çalışanları, diğer sponsorlar ve Şileliler ile defalarca toplantılar, sunumlar yaptık.

Onlara proje, özde yatan anlamı, kullanılacak olan malzeme ve teknikler, projenin sanat alanındaki yeri üzerinde açıklamalarda bulunduk. Şile feneri ve Şile bezi merkezli bu türdeki diyaloglar yaklaşık bir buçuk sene sürdü.

Onların projeye inanmalarını, sahiplenmelerini sağladık.

Bir eseri ortaya koymadan önceki araştırma süreciniz nasıl ilerliyor? Lif sanatı insani bilimlerden ne kadar yararlanıyor ve tam tersi bir ilişki kurulabilir mi?

Yani insani bilimler lif sanatından yararlanabilir mi?

Çalışmalarım birbirinden farklı ama birbiriyle bağlantılı üç sanatsal söylem biçimi odaklıdır. Bir tanesi “Lif Sanatı”, bir tanesi bu sanatın doğal çevreye taşınmış hali diyebileceğim “Doğal Çevrede Lif Sanatı”, bir diğeri de yapay çevreye taşınmış hali olan “Yapay Çevrede Lif Sanatı”.

Son ikisi teorik ve uygulamalı olarak benim geliştirdiğim, isimlerini verdiğim yeni sanatsal söylem biçimleridir.

Diğer sanat dallarında olduğu gibi, lif sanatı nesnesi oluştururken genel olarak iki türlü yöntem izlenebilir. Birincisi malzeme ile denemeler yapmak, farklı fiziksel ve kimyasal tekniklerle yapılan müdahalelere vermiş olduğu tepkileri görmek, değerlendirmek, malzeme ile diyalog kurarak onun dilini anlamaya çalışmak.

Sonrasında bu yolla ona görsel ya da düşünsel anlamlar, mesajlar yükleyerek yaşanan yaratıcı sürecin sonucunda sanat nesnesini oluşturmak.

İkinci yöntem ise baştan belirlenen görsel ya da düşünsel ileti için doğru malzemeyi ve tekniği aramak, diğerlerinin arasından onu seçerek kullanmak. Görüldüğü gibi her iki yöntemde de malzeme ve beraberinde tekniğin önemi büyüktür.

Örneğin çevreci bir yaklaşımdan bahsediyorsak ya da teknoloji ile ilgili bir iletimiz varsa kullanacağımız malzemelerin, dolayısı ile dillerinin, onlara göre farklı olması gerekir.

Doğal çevrede lif sanatında ise önce gidilecek olan yerin, oranın atmosferi içindeki doğal zaman-mekân döngüsünün iyi incelenmesi, etüt edilmesi lazım. Şu ana kadar çalıştığımız yerlerden bazıları Kilyos, Abant, Gölcük, Akkayalar, Akçakoca, Bolu, Ilgaz, Erdek, Bilecik ve Adana’dır. Söylediğim gibi önce bölgeye gidip etüt yapıyoruz.

Oranın özelliği ve yaşanmışlıkları ile ilgili notlar alıyoruz, fotoğraflar çekiyoruz. Orayı, orada geçen zamanın sebep-sonuç ilişkileriyle anlamaya çalışıyoruz.

Eğer elimizde gidip araştırma imkânı yoksa bu sefer daha önce orada bulunmuş olanların sağladıkları görsel ve yazılı kaynaklardan beslenmeye çalışıyoruz.

İkinci bahsettiğim durum biraz eksik kalabiliyor. Çünkü bir olayı okumak, duymak başkadır o atmosferin içerisine girip orayı yaşamak başka. Ortaya konan eserlerimizi orijinal yerlerinde görmeden, onlara dokunmadan, oradaki havayı hissetmeden vermek istediklerini tamamen algılamanız mümkün değildir.

Önemli olan o atmosferi bulmak ve malzemelerin dilleri ile söylediklerimize şahit olmak. Ama bu izleyiciler için pratikte her zaman mümkün olmayabiliyor. O nedenle yapılanların fotoğraf ve video çekimlerinin yapılmasının işlerin yarınlara taşınması noktasında yaşamsal önemi var.

İlgili sergilerimizi bu sabit ve hareketli görüntülerle açıp arşivleyebiliyoruz.

Yapay çevrede lif sanatı yapıtları ise insan eli ile yapılmış yaşanmışlığı, anıları olan mekân ya da mekanlarda lif ile yapılan sanatsal çalışmalardır.

Sanatı da tasarımı da insan yapar. Bu bağlamda baktığımızda insanı ilgilendiren her şey bizim ilgi alanımıza giriyor. Dolayısıyla ilgili alanın sosyolojik boyutu da bizim alanımıza giriyor.

Gittiğimiz bölgeleri etüt ederken, çalışmalarımızı yaparken bölgeyi anlamak için insanlarla diyalog kurmamız gerekiyor. Biz o bölgeleri okuyup değerlendirmeye çalışıp ve bu okumalar üzerinden doğal çevre veya yapay çevre ile ortaklık anlayışı ile sanat objeleri yapıyoruz.

Çevrede lif sanatı kavramı akıllara sürdürülebilirlik, çevre farkındalığı gibi konuları getiriyor.

Çevrede lif sanatı bu farkındalığın yaratılması ve ileriye götürülmesinde nasıl rol alabilir?

Sürdürülebilirlik özellikle son zamanlarda gündemde olan konulardan bir tanesi. Bizim alanımız ve derdimiz öncelikle sanat, sanatsal yaklaşımlar, çözümlemeler, yapıtlar, sanat eğitimi gibi sanatla ilgili konular.

Bu temelden, ana düşünceden uzaklaşmamız, farklı bir iddiada bulunmamız söz konusu olamaz. Biz bilimsel çalışmalar değil sanat etkinlikler yapıyoruz, öncelikle bunun altını çizmeliyim.

Çevrenin farkında olmak, çevre duyarlılığı, çeşitliliğin ve devamlılığın sağlanması, kendi kendine yetme gibi konulara sanat yoluyla dikkat çekmek mümkün.

Sürdürülebilirlik; farkında olduğumuz, gündemimizde olan, hassasiyetle bir tarafından tutmaya çalıştığımız, yapıtlarımızın özlerinde yer verdiğimiz, ilgili birtakım düşüncelerle çalışmalara başladığımız, yola çıktığımız önemli kavramlardan bir tanesi.

Şu anda 21. yüzyıldayız. Çevreye çevre mühendislerinin yaklaştığı gibi insanın olumsuz etkilerinden çevreyi, çevrenin olumsuz etkilerinden insanı korumaya çalışan dengeli bir yaklaşım paralelindeki düşünceler ile sanatsal çalışmalar yapmayı hedefliyoruz.

Kimyasal lifler yani sentetikler ve rejenereler günümüzün gerçeği, bunu değiştirmemiz mümkün değil. Böyle bir niyetimizde yok. Çalışmalarımızda mümkün olduğunca doğal malzeme kullanıyoruz ama günümüzün de farkındayız.

Eğer uygulanacak çalışmada özel nitelikleri bakımından teknolojik olanların kullanılması gerekliyse onları yeğliyoruz. Örneğin radikal çevreci gruplar bile etkinliklerinde teknolojik tekstillerden üretilmiş giysiler ve aksesuarlar kullanırlar. Önemli olan özde yatan niyet; bilinçli olarak, sorumlulukla gerekeni, gerektiği yerde, gerektiği kadar kullanmak düşüncesidir.

Moda tasarımcıları, ürün geliştiriciler ve tekstil atölyelerinde çalışan insanlar, hızlı modayla gelen bir üretim ve tüketim yorgunluğundan bahsediyorlar.

Bunun yanında hepsi giyilebilir teknolojilerin moda sektörünü kurtarabilmek için bir umut olabileceği beklentisi içinde. Sizin bununla alakalı yorumunuz nedir?

Ve daha sürdürülebilir bir moda sektörü teknoloji üzerinden nasıl sağlanabilir?

Giyilebilir tekstillerin moda sektörünü kurtaracak olduğu konusuna katılmıyorum. Moda dünyası tekstil sektörünün vitrinde olan kısmı. Arka tarafta ise ekonomik, psikolojik, sosyolojik bağlamda hayatın içinde olan dev bir endüstriyel sektör var.

Moda bu sektörün kanallarından, alanlarından bir tanesi. Diğer kanallardan farkını ise az önce söyledim, önde, vitrinde olması.

Modanın kurtarılma gibi bir derdi yok. Bu noktada ekonomi de önem kazanıyor. Bu konunun üretici-tüketici ilişkilerini analiz etme platformunda incelenmesi lazım. Gerçekten ona ihtiyaç var mı?

Modanın çıkışı özetle şudur: Hem yeni önerilenler paralelinde bir gruba ait olacaksın hem de farklı olacaksın. Bana sorarsanız bu sürecin piyasa ayağı artık tehlikeli bir hal almaya başladı.

Çünkü insanları yetinmeyen, kullandığıyla pratik ve duygusal ilişki kuramayan, hızlı bir şekilde tüketen, kıymet bilmeyen canlılar haline getirdiler. Bu tehlikeli bir durum çünkü dünya üzerindeki kaynaklar belli.

Bu durumun farkında olan bazı firma yöneticileri kendilerini bu hızlı piyasadan çekip üretimi yavaşlatmaya, tüketicilere üretim geçmişiyle ilgili bilgiler vermeye başladılar. Tüketiciler de giderek daha bilinçleniyorlar.

Ayrıca kaynaklarımızın sınırlı olduğunun farkına varıp üretimde atık malzemeleri kullanmaya başlayan tasarımcılar da var.

Kumaş temelde giyinme ihtiyacından ortaya çıkan bir şey ve ana fonksiyonu giyilebilir olması. Hiç giyilebilir ya da kıyafet olarak tanımlayabileceğimiz bir şey yarattınız mı?

Pratik kullanıma yönelik çalışmalarım var.

Örneğin son olarak Almanya’nın Flensburg Üniversitesi ve Özbekistan’ın Namangan Üniversitesinin ilgili bölümleri ile bölümümüzün birlikte gerçekleştirdiği uluslararası “Tekstilde Sürdürülebilirlik- Keçe Çalışmaları” projesi için gerçekleştirdiğim seri sonu kalmış giysilere katma değer kazandıran, pazara doğrudan katkı sağlayabilecek tasarımlarım var.

Ayrıca eğitimimizin içinde konu ile ilgili diploma öğrencilerimize danışmanlıklar da yapıyorum. Tekstil deyince çok büyük bir dünyadan bahsediyoruz. Tasarım konusunda görsel çözümlemelerden çok, gündelik kullanıma yönelik pratik, işlevsel çözümlemeler daha çok ilgimi çekiyor.

Ama ağırlıklı olarak, konuşmamın başında belirttiğim gibi, sanatsal çalışmalar yapıyorum.

Kumaşın öncelikli görevinin belirlenmesinde ise coğrafi koşullar da önemli rol oynamaktadır. Benim için kumaşın sosyolojik boyutu da önemlidir.

Tekstil tarihi üzerinde yaptığım çalışmalar sırasında tekstilin tarihsel süreç içinde ülkelerin sınırlarını çizdiğini, endüstri devrimini başlatan en önemli unsurlardan biri olduğunu, kölelik anlayışına etkilerini, bağımsızlık mücadelesi veren bir ülkenin bayrağı olduğunu gördüm.

Tekstil yalnızca kumaş değildir, tekstilin insanlık için anlamı görünenin, kumaşın ötesindedir. Örneğin İngiltere’nin Mısır’a, Hindistan’a, Avustralya’ya gitmesinin sebebi tekstildir.

Birbirinden binlerce kilometre uzaklıktaki dönemin iki büyük medeniyetleri olan Bizans ve Çin’i birbirine ipek bağlamıştır. Hiçbir temel malzeme insana bu kadar yakın değildir. Yine hiçbir malzeme insanın hayatında bu kadar etkili olmamış.

Kısaca, “Medeniyetinin çözgü ve atkısı tekstildir”, “Tekstil medeniyeti dokumuştur” demem konuyu özetler.

Tekstilin içinde görselden öte dokunsal faktörler de var. Fakat sizin yaptığınız işlerde daha çok görselliğin öne çıktığı görülüyor.

Malzemenin orijinalliğinin ya da dokuma metodunun sanat eserine katkısı nedir?

Lif sanatında tezgâhta dokunan kumaş kadar, onu kullanmamızın altında yatan sebep, öz önemlidir. Hem tasarım nesnesinin hem de sanat nesnesinin bir görünen tarafı, somut biçimi bir de görünmeyen, soyut içeriği, konusu, teması, iç tarafı vardır.

Fonksiyon bunların kesişiminde yer alır. Sanatın pratik fonksiyonu yok. Ama manevi, ruha yönelik fonksiyonu var. Tasarım ise maddi kullanıma yönelik fonksiyonu olan birtakım gündelik problemlerin çözümlerine yönelik önerilerdir.

İşlerimde öz-biçim ilişkisi, her sanat yapıtında olduğu gibi yapıtın varoluş nedeni temeldeki en önemli konudur.

İnsanların ürettiklerinize birebir dokunmuyor olması bir anlam kayması yaratabilir mi?

Bu durumda doku ve malzeme faktörü daha iyi nasıl aktarılabilir?

Özde yatanın ötesinde, planlama dışında yapılanlar anlatılmak istenenlerin aktarılmasına bir katkı sağlamaz, tam tersine çalışmanın özüne zarar verir, kaosa neden olur.

Ayrıca izleyiciler ile interaktif ilişkiler kuran, izleyicilerin katılımı ile değer, boyut kazanan çalışmalar da yapıyoruz. Önemli olan baştaki yola çıkış amacı.

Çevrede lif sanatı kapsamında yapılan işlerin çoğunda bu işlerin yerleştirildiği mekân çok önemli.

Zaman ve mekân göz önünde bulundurulduğunda şu ana kadar sizden herhangi bir işinizi tekrar etmeniz istendi mi ya da siz tekrar ettiniz mi?

İstendi, yapmadım. Örneğin Adana’da Seyhan Nehri’nin üzerinde yaptığımız 250-300 kiloluk pamuk balyaları ile birlikte 3 kilometre halat, 3 kilometre pamuklu bez kullandığımız yapay ve doğal çevredeki lif sanatı projesinin etkisi büyük oldu.

Bu iş çok etkili olduğu için Gediz’in, Menderes’in üstüne de mi Pamuk ipliği çekelim? Bizim için çevre ve orada varoluş sebebimiz çok önemli. “Çukurova’da Hayat Pamuk İpliğine Bağlıdır” projesinde pamuk ipliği kullanıldı.

Çünkü projenin amacı sanatın yolu ile o bölgedeki pamuk üretimiyle ilgili problemlere, politikalara dikkat çekmekti.

Tekrarın anlamı yok. Bir fikir bir kere tuttuğu için sömürmek doğru olmaz. Tekrar edilenler anlamsız, basit kopyalardır. Sanat yapıtının ünik, orijinal yaratmalar olduğu unutulmamalıdır.

Adorno’ya çok yakın bir sanat tutumunuz var. Tekstil sektörü ekonomi ve bürokrasiyle fazlasıyla bağlantılı. Tarihselleştirecek olursak tekstilin ilk çıkışı insanın doğa korkusu ve doğayla olan ilişkisi.

Bizim yarattığımız her şey doğayı bir şekilde bükmemizin sonucu. Tekstil de bu doğanın içinde çok büyük bir noktaya gelmiş ve siz bu tekstili yontarak tekstil üzerinden bir sanat yapıyorsunuz.

Yaptığınız şey çok büyük bir şeyi kırıp onun içerisinde yol açmak olarak değerlendirilebilir mi?

Yaptıklarımın “çok büyük bir şeyi kırıp onun içerisinde yol açmak olarak değerlendirilebilmesi” sorusu bana ilginç geldi. Hiç böyle düşünmemiştim. Kim bilir?

Ürettiklerim sonuçta iki ya da çok boyutlu birer sanat objeleridir. Dolayısıyla sanatsal yaklaşımda ne varsa bunlarda da onlar var. Var olmaya devam edecek.


Kemal Can 1962 yılında İstanbul’da doğdu. 1981 yılında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdi. 1988 yılında Araştırma Görevlisi, 1992 yılında Yardımcı Doçent, 2000 yılında Doçent, 2006 yılında Profesör oldu. Halen Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Tekstil ve Moda Tasarımı Bölümü’nde, Bölüm Başkanı olarak görev yapmakta, sanat ve tasarım üzerinde dersler vermektedir. Farklı dönemlerde yurtdışında eğitim alıp, eğitim veren, ödülleri bulunan Kemal Can yurt içi ve yurt dışında “Karikatür”, “İllüstrasyon”, “Lif Sanatı”, yeni bir söylem biçimleri olarak (teorik/uygulamalı) geliştirip isimlerini verdiği “Doğal Çevrede Lif Sanatı” ve “Yapay Çevrede Lif Sanatı” ile ilgili sergiler açmış, karma sergilere katılmış, performanslar yapmış, çalıştaylar organize edip yönetmiştir. Kendi özgün “Beliz Tekniği” ile gerçekleştirdiği bazı lif sanatı yapıtları müze ve özel koleksiyonlarda yer almaktadır.

Sanatta Önemli Olan Süreçtir

İz Öztat
Hazırlayan: Sinem Şemsioğlu

Eğitimimizde sanat, bilim ve tasarım birbirinden ayrı olarak değerlendiriliyor olsa da aslında kesişen, yöntem ve ortaya çıkardıkları ürünler anlamında benzerlikleri olan, benzer mantıklar izleyen disiplinler.

Fakat yine de hangisi hangisinden nasıl öğrenir bilemiyoruz. Sizce tasarım sanattan neler öğrenmeli, nasıl bir şeyler kazanmalı?

Aralarındaki en büyük fark herhalde tasarımın -eleştirel tasarımdan bahsetmediğimiz durumda- birtakım gündelik ihtiyaçlara, işleve yönelik çözüm üretme derdinin olması. Sanatta ise işlev birincil motivasyon değil.

Sanatçının kendisi için belirlediği bir dert var, o derdi hayatı boyunca ele alıyor ve onunla ilgili bir bakış açışı oluşturuyor. Dolayısıyla sanatın motivasyonu aslında sanatçının toplumla olan derdini ve bireysel konumunu müzakere etmesine yardımcı olacak ifadeyi bulmaya çalışması. Hâlâ disiplinlerin bu kadar net bir şekilde ayrılmış olması, içinde yaşadığımız dünyada bu kadar çok iç içe geçmişlik ve diyalog talep eden süreç varken beni şaşırtıyor.

Özellikle de eğitimde. Bu ayrılık da eğitim sisteminden kaynaklanıyor zaten. Eğitimde bu disiplinler iç içe geçebildiğinde daha sonraki süreçlerde de birlikte ilerlemeleri kolaylaşacak. Tasarımın sanattan neler öğrenebileceğini bilmiyorum ama kurguladığımız öğrenme ve üretme süreçlerinde diyalog içinde olabileceğimiz ortamları oluşturmak gerekiyor diye düşünüyorum.

Bütün disiplinlerin birbirinden öğrenebileceği ve birbirlerinin konvansiyonlarını sorgulayabileceği durumlar var ama bunun gerçekleşebilmesi için diyaloğa olanak sağlayacak kurgular gerekiyor. Tabii ki sanatta her zaman eleştirel bakma var.

Olan bir sorunu çözmeye yönelik değil, sorunun farklı açılarını görmeye yönelik bir ifade geliştirme derdi var. Sanat tuhaf, belirsiz ve dile gelmesi zor olsa da deneyimlendiğinde bizi tam olarak tanımlayamadığımız duygular içerisinde bırakarak işliyor.

İstanbul Bienali’nin etkin hale geldiği yılların küreselleşmenin yaygınlaştığı, ekonomik liberalleşmenin vurgulandığı ve yeni hayat tarzlarının benimsetilmeye çalışıldığı bir döneme denk geldiği görülüyor.

Türkiye’de düzenlenen uluslararası festivallerin ve özellikle İstanbul Bienali’nin küreselleşmeyi göstermeyi, yaymayı amaçladığını söyleyebilir miyiz?

Kültürün ve sanatın sermaye ve siyaset tarafından bir araçsallaştırıldığını düşünüyor musunuz?

Sanatın araçsallaştırılması dünyanın her yerinde farklı şekillerde kesinlikle oluyor.

İstanbul Bienali, Türkiye’nin kapalı bir ekonomi ve toplum olmaktan çıkıp dünyayla biraz daha ilişkilendiği ve finansa yönelik bir ekonomiye evrildiği noktada hayata geçiyor ve şehir pazarlama, Türkiye’nin dünyadaki algısını dönüştürme gibi birtakım işlevler için araçsallaştırıldığı oluyor.

Sanat bağlamı içinde üreten birisi olarak benim sahiplenebileceğim şöyle bir etkisi de oluyor: İstanbul Bienali başlayana kadar Akademi’nin ortamdaki etkisi çok baskın, tek otorite. Fransa’da yirminci yüzyılın başında oluşturulmuş bir model üzerine kurulmuş bir yaklaşımı var ve hâlâ aynı yaklaşımda ısrar ediyor.

Yani sanattaki yeni eğilimleri, dünyada olan değişimleri takip etmeyen ama kontrolü elinde bulunduran bir yapı. İstanbul Bienali’nin şekillenmesi ve deneyimlenmesi ile sanat, Akademi’nin ve bu tür bir yaklaşımın kontrolünden kurtuluyor ve farklı bir sanat algısı, yapma şekli, düşünme şekli oluşuyor.

Sanatçının atölyesinde sanat yapan; izole, romantik dâhiden daha eleştirel, toplumsal meselelerle ilişkilenebilen, gündelik hayatla cebelleşen, kendi tarihiyle hesaplaşan bir kişiye evirilmesinde çok önemli bir rol oynuyor.

Bir yandan da Avrupa’da son 20 yılda katılımcı sanat çok fazla destek görüyor. Özellikle de sosyal devletin çekilmesinden bu yana. Mültecilerle proje yapın, periferide çalışın hemen destek buluyorsunuz çünkü devlet bu işleri kendi yapmıyor. Bunu sanatçıya ihale ediyor aslında. Sanat birçok şekilde araçsallaştırılıyor ve fonlar ile yapıldığı sürece de bu hep olacak.

Önemli olan senin sanatçı olarak bunu nasıl müzakere ettiğin, kendi duruşunla içinde ürettiğin bağlamı nasıl örtüştürdüğün.

Hepimiz için bu çelişki geçerli, ben de bu çelişkiyi içeren bir süreç içinde çalışıyorum. Mesela, Fatma Belkıs ile birlikte yaptığımız “Suyu Kim Taşır” işinden bahsettiğimizde ilk gelen soru, birçok endüstri yatırımı olan bir sermayenin desteklediği bir bağlamda bu işi yapmakla ilgili oluyor.

Güncel sanat içinde üretmeyi, kurumlarda olmayı kabul ettiğim andan itibaren bu kaçınılmaz benim için, farklı şekillerde devamlı müzakere etmek zorundayım. Çelişkisiz, temiz bir pozisyon maalesef mümkün değil ama bununla ilgili konuşuyor ve alternatif alanları var ediyor olmak önemli.

Yaptığınız işlerde sizce bir duygu tasarlamak mı daha ön planda yoksa bir fikri iletmek mi? Bir iş yaparken duygunun yeri nedir?

Çok farklı mecralarda çalışmama rağmen genelde üç boyutlu oluyor yaptığım işler. Bu, seyirci için işle fiziksel bir karşılaşma demek. Fiziksel karşılaşmada da beş duyumuz devreye giriyor. Dolayısıyla o işin yaratacağı duyguyu düşünürken de aslında beş duyuyla deneyimlenecek bir şey yapıyor olduğumun bilincinde oluyorum.

Bu deneyimde boyut, renk, koku ve bütün bunların hafızada harekete geçirdikleri devreye giriyor. Etkilerini kontrol edemememize rağmen, yaptığımız her seçim aslında işle karşılaşan kişiye bir deneyim öneriyor ve bu herkes için çok farklı olabiliyor.

Mesela, “Suyu Kim Taşır” işinin parçası olan sepetin yerel (vernaküler) malzeme kullanımı sayesinde farklı kişilerde duygudan ziyade farklı hafızaları devreye sokacağını biliyorduk.

Karadeniz’den biri orada fındık dalını görünce gündelik hayatından tanıdığı bir malzemeyle karşılaşıyor. Sanatın kendine has malzemeleri (taş oyma, mermer gibi), bildiğimiz teknikleri ile değil gündelik yaşamın içinden seçilmiş malzemelerle çalışıldığında herkesin hayatının bir yerinde sanat dışında karşılaştığı bir gerçeklikle ilişkiye geçebilmesi mümkün oluyor.

Bu açıdan yerel (vernaküler) malzeme kullanmayı önemsiyorum ben. Çünkü malzemenin kendisi bir hafızayı devreye sokuyor.

WCWSScapegoat
Suyu Kim Taşır I Günah Keçisi
İz Öztat ve Fatma Belkıs (2015)
Fındık dalları, keçiboynuzu, çaput
14. İstanbul Bienali’nden görüntü.

Söylediğim hiçbir şeyi sanat adına söylemiyorum, sadece kendi adıma konuşabilirim. Bu öznel bir pratik ve her sanatçı için farklı olacaktır. “Suyu Kim Taşır” işinde, süreçte edinilen deneyim, araştırma ve üretime dair oluşturulan kriterler çok önemli bir parçası ama seyirci sonunda ortaya koyduğunuzla karşılaşıyor ve bur karşılaşmada bir duyguyu kurgulamakta olduğunuzu biliyorsunuz.

Bu illa tanımlanabilir “Şu duyguyu yaratmak istiyorum.” gibi bir yaklaşım değil. Mesela sergiye gelen anne ve kızı teksir makinasıyla karşılaşıyor. Belki annenin hafızasında teksir makinesinin bir yeri var ama kızı için hiçbir anlam ifade etmiyor.

Yani işin bir parçası her seyirci için çok farklı, birtakım alanların açılmasına yönelik, tam da tanımlayamayacağımız, nerelere götüreceğini bilmediğimiz bir deneyim kurgulamak. Etki ne olacak, bu ne sonuç yaratacak? Sanatta bunları tanımlamak, belirlemek, önceden bilmek çok mümkün olmuyor ama bir sanatçı hayatı boyunca çalışarak bunu kendi adına hep daha iyi bir şekilde çözmeye çalışıyor sanırım.

Genel olarak sanat işlerine baktığımız zaman izleyicinin kontrol edilmesi bir sanatsal iş olabilir mi? İzleyici kontrol edilirse bu bir sanat işi diyebilir miyiz?

Bu çok farklı şekillerde olabilir. Bazı sanatçılar, önceki soruyla da bağlantılı olarak, duyguyu kontrol etmeyi hedefliyor. Mesela sinema bunun üzerine kurulu bir sanat. İnsanları kontrol etmenin yolları belli ve bunu yapmak çok da kolay aslında. Dolayısıyla bazı sanatçılar kontrol etmek konusunda ustalaşıp bu kontrolü etkili kullanmayı önemseyebilir.

Ben öyle çalışmıyorum, ben malzemeyi de kontrol etmeye çalışmıyorum. “Suyu Kim Taşır” işinde sepeti yaptık, sepet iki ayın sonunda şekil değiştirdi. Organik malzeme kullanmayı seçtiğimizde malzemenin doğasına teslim olmamız gerektiğini biliyorduk. İşin bir başka parçası olan ve bitkilerle boyanan tülbentler soldu. Birçok seçim yapıyorsun: Malzemeyi kontrol ediyor musun? Seyircini kontrol ediyor musun? Bunlar sanatçı olarak hep senin tavırların.

Ama kontrolün deneyimlendiği bir iş yapıyor olabilirsiniz. Tania Bruguera’nın Tate Turbine Hall’da yaptığı “Tatlin’s Whisper #5” (Tatlin’in Fısıltısı #5) adlı bir iş var mesela. İngiltere’de polisler kalabalıkları kontrol etmek için atla geliyorlar biliyorsunuz.

Turbine Hall’da, ne zaman belirecekleri duyurulmadan, birdenbire atlı polisler beliriyor ve seyirciye müdahale etmeye başlıyor. Kontrolle ilgili bir iş dediğinizde bu aklıma geliyor. Hiç beklemediği bir anda seyirciyi devletin kullandığı çok agresif bir kontrol mekanizmasıyla karşı karşıya bırakıyor galeride.

Dolayısıyla sanatçının kontrolle çalışmasının bir konu olarak ama bir yandan da bir tavır olarak farklı örnekleri var. Ben ne izleyicide bırakacağım etkiyi kontrol etmeye çalışıyorum ne de malzemeyi. Onlarla süreç kurgulamayı seviyorum. Ortaya çıkan bazen hayal kırıklığına da uğratabiliyor ama bu bilinçli bir tercih.

Bienallere ya da sanat galerilerine gidip oradaki sanat eserlerine baktığımızda bir tarafta anladığımız, algılayabildiğimiz, tüylerimizi diken diken eden, belli değer yargılarımızla örtüşen eserler, diğer tarafta ise bakınca anlayamadığımız ve estetik anlamda değerlendirdiğimiz ancak sonrasında sanatçının yazdığı açıklamayı okuyunca anlamlandırabildiğimiz eserler var.

Sanat eserini gören biri anlamalı mı yoksa sanatçı açıklamalı mı?

Bu çok eski ve sanata içkin bir soru. Benim düşüncem sanatın açıklanmasına gerek olmadığı. Bir eserin deneyimlemesinin ön koşulunun seyircinin belirli bir anlam ve sonuç çıkarması olarak tanımlanmasına karşıyım.

Mümkün olduğunca izleyicinin işi öznel bir şekilde algılamaya, deneyimlemeye açık olduğu durumları arzuluyorum. Bazen sergi deneyimlerinin kurgulanışında, kurumlar sanatın algılanabilir olmasını dayatıyor. Genellikle, bir kurumun aracılık ettiği, nasıl deneyimleneceğine dair kararlar verdiği süreçlerle halkla buluşuyor sanat.

sanat
WCWSInstallationViewSharjah
Suyu Kim Taşır I Özgür Akacak
İz Öztat ve Fatma Belkıs (2015- 2017)
Bitkilerle renklendirilmiş ve tahta baskılı tülbentler, palmiye yaprağı sapları
13. Sharjah Bienali’nden görüntü

Bunun için kurumun veya sanatçının aracılığına başvuruluyor. O metinlerin çoğu sanatçı tarafından yazılmış olmuyor. Tabii sanatçıdan gelen bir miktar veri oluyor ama hep bir kurumun aracılık ettiği, nasıl deneyimleneceğine dair kararlar verdiği süreçlerle halkla buluşuyor sanat.

Zaman içinde daha farklı tavırların gelişeceğini umuyorum. Sanat kutsal ve seyirciye anlatılması gereken bir şey olmaktan ziyade seyircinin deneyimi ile yaptığı bir yapıt. Bu 60’lardan beri devam eden bir tartışma. Roland Barthes’ın “Yazarın Ölümü” metni, eserin okumasının yazarda değil okuyucuda olduğu yaklaşımını öneriyor. Umarım bu görüş daha çok oturacak zaman içinde.

Sanatçının niyetinin belirleyiciliği, sanatçıdan sanatçıya farklılık gösteren bir şey. Bazı sanatçılar işlerinin oluşum sürecini, kararlarının sebeplerini açıklamayı seviyor. Fakat iş görüldüğünde bütün bu bilgiyle birlikte görülmüyor.

Onu yapmayı seçen sanatçıları da anlıyorum ama nafile bir çaba aslında bu çünkü önemli değil senin neyi düşünerek yaptığın, neticede birileri algılayacak ve ne isterlerse onu algılayacaklar.

İzleyicinin deneyimlerinden faydalanarak izleyicinin sanat eserini algılaması, anlaması gerektiğini söylüyoruz.

Bu deneyimler için de bizim bir hafızaya ve bilgi birikimine ihtiyacımız var ama günümüzün politik koşulları hafıza kültürlerimizi, hafıza mekanlarımızı yok ediyor.

Bir şeyler siliniyorken sanatçı hangi hafızayı kullanabilir?

Harika bir soru. Hafıza silinmeye çalışılıyor ama bedensel olarak hep kalıyor. Ayşegül Altınay ve Fethiye Çetin’in Torunlar kitabını örnek vermek istiyorum. Ermeni ailelerin kendi çocuklarına aktaramadığı deneyimlerini torunları seziyor, bu kitap da torunların ağzından bu deneyimlerin anlatıldığı bir sözlü tarih çalışması. Konuşulmasa da bu bilginin aslında o ailede olduğunu görüyoruz.

İşi algılarken beş duyu kullanıldığından bahsettik. Hafıza da beş duyuyu içeren, bedensel olarak taşıdığımız bir şey. Dolayısıyla ne kadar silinmeye çalışılırsa çalışılsın bir şekilde kalıyor ve sanatçılar da o tanımlanamayan şeylerle çalışarak bence bu kolektif bilinçaltını harekete geçirmeyi başarabiliyorlar. Belki orada da tanımlanamayan, dile gelmeyen şey bir miktar bu silişe karşı çalışıyor.

sanat
IGPO912
Suyu Kim Taşır I Özgür Akacak
İz Öztat ve Fatma Belkıs (2015)
Bitkilerle renklendirilmiş ve tahta baskılı tülbentler

Bir önceki soruyla bağlantılı olarak artık teknoloji ile yapay hafızaların yaratıldığına da tanık oluyoruz. Bu yapay hafızalar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Çok güzel, geleceğe yönelik bir soru. Teknoloji çok hızlı değişiyor. Bir teknolojiyi kullanarak oluşturduğun bir hafıza da kalıcı değil. Mesela Arter’de 2010’da yaptığım bir iş var: Dokunmatik ekranla çağrışımlara dayalı bir arşiv kurmuştum işin içinde, o dokunmatik teknoloji bile hemen eskidi.

Dolayısıyla teknolojiyi kullanarak oluşturmaya çalıştığımız birtakım hafızalar aslında teknolojiyle hep mücadele içerisinde. Teknolojik altyapı sürekli değişiyor, programlama dili değişiyor, onları da devamlı güncelliyor olmak gerekiyor. O da ayrı bir problem yaratıyor.

Belki de en basit kayıt tutma yöntemlerini de bir yandan öbürleriyle birlikte akılda tutmak gerekiyor.

Bir sanatçı olarak kendi yaptığınız bir işi başarılı görmeniz ya da bu işten tatmin olmanız için ne olması gerekiyor? Böyle ölçütleriniz var mı ve bu işin içine seyirci hiç giriyor mu?

Bu yine herkesin çok farklı cevaplayacağı bir soru. Seyirci benim için ikincil oluyor. Sanatçı olmanın en zor yanı bu, bir şekilde kendinle bir derdin var ve onunla uğraşıyorsun. Yani bir dert var, o derdi nasıl ele aldığınla cebelleşiyorsun ama sonrasında dünyaya bırakıyorsun.

Bu çok soyut ve duygusal tatminlerden maddi tatminlere kadar gidebilen bir skala.

Bu arada hiç romantik olmak istemiyorum sanat ortamıyla ilgili. Bir endüstriyel tasarım nesnesi için, “Fonksiyona yönelik bir tasarımla mı daha çok para kazanabilirim yoksa bunu sanat bağlamında bir ürüne mi çevirsem daha çok para kazanırım?” gibi bir soruyla yaklaşıp, bu ürünü bir sanat nesnesine dönüştürüp, onu çok daha pahalıya satıp, çok daha hızlı zengin olmayı kurgulayarak da sanatçı olabilirsiniz.

Motivasyonunuz buysa, ki böyle pek çok sanatçı var ve çok da iyi kariyerleri var, o zaman bu motivasyonla da bir yerlere gelmiş olabilirsiniz.

Kişisel olarak ben kendime köstek olduğum şekillerde hareket etmeyi seviyorum. Mesela “Suyu Kim Taşır” işindeki sepet, içinde örüldüğü odadan çıkarılamadığı için sergiden sonra yok edildi. İşlerin sanat piyasasına girmemesi ya da girmesinin zor olmasını önemsiyorum.

Marketin o kadar kolay ilişkilenebilir bir şey olmamasını istiyorum, onun bir probleme dönüşmesini seviyorum. Süreçlerde öğrenmeyi ve birlikte olmayı önemli buluyorum. Mesela yaptığımız fiziksel bir iş gösteriliyor ama aslında ona eşlik eden etkinlikler var, farklı diyalogları tetikleyen. Dolayısıyla arabuluculuk dediğimiz yorumlamayı, sanatın etrafında oluşabilecek diğer süreçlere emek vermeyi de önemsiyorum.

Maalesef Türkiye’de bunun karşılığı yok ve bunun için alanlar da sınırlı. Belki tasarımda da aynı sıkıntıyı yaşıyorsunuzdur. Hep birtakım nesneler üretmeniz bekleniyor. Halbuki tasarımcı olarak sizin toplumda çok daha farklı rolleriniz olabilir ama ona alan açan bir vizyon ve zihin yapısı yok. Dolayısıyla bunların hepsi bir yandan içinde ürettiğimiz ortamla da iç içe.

“Suyu Kim Taşır” işinizde yoğun bir röportaj ve gözlemleme sürecinden geçmişsiniz, bu süreçten yapıtlar da çıkmış. Bu tarz bilinç arttırabilecek eserler (“Yemeniler”, “Fındık Dalından Sepet”) sizce ürün haline gelebilir mi?

Gördüğümüz şeyler hafızamızda kalmayabiliyor ama bir ürün söz konusu olduğu zaman, hayatımızda sürekli durabileceği için etkisi daha farklı olabiliyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Biz gittiğimiz yerlere ilk ziyaretlerimizde, insanlarla konuştuğumuzda daha ne yapacağımızı bilmiyorduk, bu da çok zorlayıcıydı. Gittiğimiz yörelerdeki insanlar doğal olarak yaşadıkları gerçeklikten dolayı herkese karşı çok şüpheliler.

Onlarla cömert bir ilişki kurmak bizim için çok önemliydi. Henüz daha tahta baskı yöntemini öğrenmeden kumaş boyalarıyla yaptığımız prototip niteliğinde bir baskılı kumaşı hediye olarak yanımızda götürmüştük. Sonra da araştırma sürecinde karşılaştığımız kişilere tahta baskılı tülbentlerden birer tane yaptık ve gönderdik.

Bu şekilde yaptığımız iş ürün niteliği kazandı aslında ama çok zaman alan bir süreç olduğu için ve başkasının bizim yerimize basmasını istemediğimiz için onun ötesine geçemedik. Bizim kurduğumuz parametreler içinde bu işin ürüne dönüşmesi çok zor olurdu.

İşin etkileşim alanını başka şekillerde genişletmeye çalışıyoruz. Mesela akademisyenler, mücadelenin içinde olan insanlar ve sanat alanında ekolojiyle ilgilenenlerle diyaloğu devam ettirerek.

Tekrar ziyaret ettiğimiz yerlere gidip oradakilerle birlikte baskı desenlerini ele almak, metni birlikte okumak, çalışmak gibi şeyleri yapmayı çok isteriz. Ekonomik ve politik sebeplerle mümkün olmadı. Dolayısıyla bir miktar da nostaljiyle baktığım bir iş 2 yıl önceye ait olmasına rağmen. Diyaloğu mümkün kılan, sanatçının kapasitesini arttıran iş birlikleri olabildiğinde bunlar mümkün oluyor, yalnız kaldığında bunları yapamıyorsun. Bu kapasiteleri kurgulamak gerekiyor.

sanat
IGPO913
Suyu Kim Taşır I Özgür Akacak
İz Öztat ve Fatma Belkıs (2015)
Bitkilerle renklendirilmiş ve tahta baskılı tülbentler

“Suyu Kim Taşır” işinde yaptığınız araştırma çok geniş kapsamlı ve aslında sosyolojik araştırmalara da benziyor. Gidip yerel halkla konuşmanız, onların geleneklerini, kültürel ögelerini incelemeniz toplumla çok iç içe olan, toplumdan alan bir bakış açısına sahip.

Ama daha sonrasında bir mesaj iletme kaygınız olmadığını belirttiniz ve aslında bu işi içsel bir motivasyonla yaptığınızı söylediniz.

Topluma bu kadar değinen bir konuda çalışırken, toplumdan bir şeyler alırken sanatın biraz daha topluma yönelik yapılması sanatçıya dair algının daha pozitif bir şekilde dönüşmesini sağlamaz mı?

Toplumdaki sanata dair biraz negatif olan, sanatı yüksek sınıf uğraşısı olarak gören bakışı belki de kırmaz mıydı?

Bir araştırmacı olarak bir yere gidip, oradaki bilgi ve gerçeklikle iletişime geçip, sonrasında akademik mesafeden bilgi üretmek benim için mümkün değil. Bir şekilde söylediğin şeyi yaptığımızı da düşünüyorum. Gösterilen işte değil de daha çok süreçte bunların olduğunu düşünüyorum.

Belki gösterilen işi bir milyon insan görüyor ama ben süreçte yüz kişi ile karşılaşıyorum ve bu yüz karşılaşma da çok anlamlı oluyor. Bir yandan maalesef bu şekilde çalışarak seyircimin belki bugün karşılaştığım seyirci değil de gelecekteki bir seyirci olduğunu kabul ediyorum.

Ben bir belge bırakıyorum, bu otuz yıl sonra ya da elli yıl sonra da bir şeyler ifade edebilir, şu anın kaydını tuttuğunu düşündüğüm ama şu an tartışılmasının koşulları olmayan bir kayıt.

Bir metin yazdık ve bienalin büyüklüğü ve hengamesi içinde çok az okundu belki. Copyleft lisansla yayınlandı, archive.org’a kondu. Bir gün birileri geçmişe dönüp Türkiye’deki olayları incelerken bir yandan böyle bir metin varmış ve sanatçılar da bunun bir şekilde kaydını tutmuş diyebilir. O noktada belki iş farklı bir şekilde toplumsallaşabilir. Benim kontrolümde değil zaten onun nasıl toplumsallaştığı. Ben hiçbir zaman “Şöyle olmalıdır, böyle olmalıdır.” gibi bir pozisyon alamıyorum.

Daha süreç odaklı, birebir karşılaşmalarda etkisi yaşanan, toplumla ilişkisi çok net olmayan işler yapıyorum. Bazen çok daha komplike ve içine girmesi zor bir yanı var ama bir yandan da gündelik hayattan tanıdığınız birtakım malzemeler olduğu için çok kolay ilişkilenilebilir, toplumsallaşabilir anları da var.

Yine de bazı konulara bu kadar adanmış hissedip sonra onlarla ilgili net bir etki yaratmaya çalışmıyor olmak garip bir seçim, evet.

Yaptığınız çalışmalarda dönüşümün, doğurganlığın, özellikle ekolojik farkındalığın ön planda olduğunu gördüm. Fakat yaptığınız bir işin yarattığı dönüşüm ya da etkiye dair elimizde bir veri olmayabiliyor.

Belli bir coğrafyada yaptığınız bir çalışma mutlaka orada yaşayan yerel insana da dokunuyor. O dokunmanın sonrasında yaşanan değişimi yönetmeye dair sizin kendi bir çabanız oluyor mu?

Ya da orada oldukça değerli anlar yaşadığınızdan bahsettiğiniz insanlarla proje sonrasında iletişimi sürdürüyor musunuz? Dönüşüm ve doğurganlık o noktada da devam ediyor mu?

Bir yere gitmek, orada insanlarla dost olmak sonrasında seni bazen taşıyamayacağın şekillerde de dönüştürüyor. Kendi geçmişim beni bu karşılaşmaların sonunda hissedeceğim duygulara hazırlamamıştı ve reel politika içinden yapabileceklerimin ancak doğamın sınırları içinde olabileceğini kabul etmek zorunda kaldım. Ben fiziksel şiddetin bir ihtimal olduğu bir ortamda bedensel olarak var olmayı psikolojik olarak kaldıramıyorum mesela, bunu öğrendim.

Dolayısıyla ben bunu farklı şekilde yapmak zorundayım. Bazen kurduğun ilişkiler ve bir sürecin seni vardırdığı yer, senin hazırlıklı olmadığın bir yer de olabiliyor ve onu yeniden müzakere etmek zorunda kalabiliyorsun. O açıdan çok dönüştürücü ve önemli, bu birebir ilişkiler ve dostluk.

Fatma Belkıs’la birlikte çalıştım. Genelde “Suyu Kim Taşır” işiyle ilgili onunla birlikte konuşuyoruz, ondan bir yandan biraz garip burada tek başıma konuşmak. Nehir formunun birçok kaynaktan besleniyor olması gibi, bir dostumla bu işi beraber yaptık ve sonucunda da yeni dostluklarla çıktım bu işin içinden. Büyük toplumsal etkilerden bahsedemiyorum, dostluk ve onun bireyde oluşturduğu dönüşümü önemsiyorum.


İz Öztat 1981 yılında İstanbul’da doğdu. Lisans derecesini ABD’deki Oberlin College’da Görsel Sanatlar Bölümü’nden, yüksek lisans derecesini Sabancı Üniversitesi Görsel Sanatlar ve Görsel İletişim Tasarımı Bölümü’nden aldı. Katıldığı sergiler arasında Tamawuj, 13. Şarjah Bienali, Birleşik Arap Emirlikleri (2017); Land without Land, Heidelberger Kunstverein, Almanya (2016); Tuzlu Su: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori, 14. İstanbul Bienali (2015); Conducted in Depth and Projected at Length, Heidelberger Kunstverein, Almanya (2014); Rendez-vous 13, Institut d’art Contemporain, Lyon, Fransa (2013); Here Together Now, Matadero Madrid, İspanya (2013) ; İkinci Sergi, Arter, Türkiye (2010) bulunmaktadır.Yurt dışında çeşitli kurumlarda misafir sanatçı programlarına katılmanın yanı sıra 2016-2017’de Oberlin College’da misafir öğretim üyesi olarak bulundu. Makale ve inceleme yazılarının yanı sıra yayımlanmış dört sanatçı kitabı bulunuyor.

Notadan Sese – Ritimden Zamana

Gülçin Özkişi
Hazırlayan: Önder Can

Ürünlerin tasarımında renk, form, fonksiyon gibi birçok etmen var, yani ürün birkaç parçadan oluşan bir eser, bir bütün olarak kurgulanır.

Müzikte de seçilen müzik aletleri, bunların arasındaki dengeler, eserin içindeki akışlar, duraksamalar dikkate alındığında aslında oldukça dinamik bir yapı söz konusu. Sizin bu yapıyı tasarlama süreciniz nedir?

Aslında besteci değilim ben tabii ama bestecilik temel yönelimlerinden bir tanesi. Ben performans ve yapıt, yani kompozisyon analizi alanında uzmanlaştım diyebilirim. Bu soruya bir besteci olarak değil, bir kuramcı olarak cevap veriyorum.

Çok farklı değil öncelikle. Yani bizim için de Adorno’nun dediği gibi önce form geçerli. Yani müzikte de önce form, herhangi başka bir tasarım alanında da önce form. Bizim de belki malzemelerimiz, kullandığımız argümanlar farklı ama form belirlenen birinci aşama.

Onun dışında, müzik bir ses ve zaman örgütlenmesi aslında. Elinizde bir ses malzemesi ve de zamansal bir malzeme var. 20. yüzyıl öncesinde sese nota diyorduk, zamana da ritim diyorduk ama 20. yüzyılla birlikte ses ve zaman demeyi tercih ediyoruz.

Hatta artık beste demektense biz de tasarım, ses tasarımı demeye yöneldik. Dolayısıyla çok farklı olduğunu düşünmüyorum tasarım süreçlerinin.

Bizde de form çok önemli onun dışında belki şöyle bir ilişki kurulabilir: Bizde rengin karşılığı tını diyebiliriz aslında. Dolayısıyla bizde de renk çok önemli.

Rengi nasıl bağdaştırıyoruz sesle? Siz de bahsettiniz aslında, çalgıların seçimi. Çalgıları biz tınısal olanaklarına ve birbirleriyle nasıl etkileşime geçeceklerine göre belirliyoruz. Biz bu ses malzemesini nasıl bir ortam için düşünüyoruz?

Örneğin küçük bir orkestra için oda müziği eseri mi olacak, yoksa çok daha büyük çaplı bir orkestra ve onun gerektirdiği daha büyük bir mekân için mi sunulacak? İlk aslında göz önünde bulundurduğumuz meseleler bunlar.

Ses malzemesini seçiş çok çeşitli. Yani bestecinin ses malzemesine nasıl yaklaştığı çok çeşitli. Orada devreye kültürel faktörler de çok fazla devreye giriyor. Eğer bu topraklardan bir besteci ise ne kadar Avrupa merkezli bir müzikal dili benimsemiş olsa da içine yerel birtakım unsurlar koyabiliyor.

Ne demek bu yerel unsurlar, daha aksak (odd rhythms) tartımlar olabilir. Ya da aksam tartımlara soyutlanmış, bunların deforme edilmiş halleri olabilir ya da bazı modern makamsal diziler olabilir. İşte orada kültürel mesele devreye girebiliyor.

Temel olarak tasarım, tasarımdır. Aynı şeyi yapıyoruz diyebilirim. Rengi de formu da yapıyı da farklı disiplinlerde açıklamak mümkün.

Yapı analizi yapıyorum dediniz. Bu soruyu film analiziyle ilişkilendirerek sinemada dil, sözlü anlatılar üzerinden bir analiz yapmak mümkünken sözsüz müzik eserlerinde analizler veya ideolojik çıkarımlar nasıl yapılabilir?

Biz bu ideolojik analizi genel olarak “bağlamsal analiz” olarak adlandırıyoruz. Herhangi bir bağlam doğrultusunda Marksist, toplumsal cinsiyet, psikanaliz odaklı analizler veya bunların tümünden faydalanan çok kaçışlı bir analiz, aslında en ideali bana sorarsanız, yapmak mümkün.

Şimdi müzikal dil, bu iletişim dilinden yoksun olduğu için eğer sözsüz müzikse betimleyici olmasını beklemek aslında talihsizlik bir yerde.

Yani eğer bağlamsal bir analiz yapmaya kalkıyorsanız sözsüz bir müzikte “kör okuma” dediğimiz şeyi yapıyoruz. Yani rumuzla gönderilir ya mesela jüriye. İsmini bilmediğim bir eser ve bestecinin ne anlatmak istediğine dair de en ufak bir fikrim yok.

Yani sadece ses malzemesi var önümde ve ben bazı çıkarsamalar yapıyorum kendimce. Ne demek kendimce? Bestecinin yakınlarıyla veya kendisiyle görüşüyorum ya da besteciyle ilgili dönemsel bazı çıkarsamalar yapmaya çalışıyorum.

Şu ara eşi ciddi bir rahatsızlık geçiriyordu, muhtemelen sıkıntılı bir dönemindeydi ve bu müziğe yansımıştır gibi aslında tamamen, neredeyse sübjektif olabilecek bazı çıkarsamalarda bulunuyorum.

Kör dinleme yoluyla herhangi başka birine dinlettiğimizde o eseri, ben kışı anlarken o yazı anlayabilir. Dolayısıyla bu benim çok sübjektif bir okumamdır. Sadece okuma belki aşırı yorum denilebilir. Bu anlamda açık yapıtlı, hem görsel malzemeyle heykel resim gibi disiplinlerden çok daha az betimleyici hem de de sözü barındıran şiir gibi edebi metinlerden bu anlamda çok daha soyut ve objektif, yorumun dışında.

O yüzden hep şunu söylemek gerekiyor: Bağlamsal bir yere atıf yapılacaksa eğer bunun sonsuz okumalardan bir tanesi olduğu belirtilmelidir.

Dolayısıyla ben bağlamsallık kuracaksam bunu mutlaka belirtiyorum. Şuna ithafen denmiş mesela eserde ve ben o kişinin nasıl öldüğünü biliyorum örneğin ve o analizde de buna değiniyorum.

Besteci şuradaki patlama sesiyle aslında depremde yitirdiği arkadaşının ölümünü anlattığı betimleyici bir tablo sunduğunu düşünüyorum, şeklinde. Ama burada dediğim gibi bu sadece benim okumam. Bambaşka biri fırtınada bir gemi de diyebilir.

Onun dışında analiz, bağlamsallık dışındaki analiz, “dizisel analiz” yapar. Hangi dizileri kullanmış yani ses malzemesini nasıl kullanmış, kültürel tercihleri var mı, varsa nasıl? Veya akımsal tercihleri de olabiliyor bestecilerin.

Akımdan kastım şu: Besteci romantik bir dili tercih ettiği zaman 18-19. yüzyıl dönemine ait müzikal bir dil kullanıyor, onu açıklıyorsunuz. Ya da işte rastlamsallık kullanıyor.

Rastlamsallığın hangi çeşidini kullandığını yani interaktif bir yönelim mi yoksa kendisi mi eseri oluştururken birtakım rastlamsal malzemelerden yararlandı gibi. Bunları gayet teknik olarak açıklıyoruz. Burada şöyle bir ritmin kurgu varken, bu şu şekilde değişiyor gibi.

O kısım gayet teknik ama sorduğunuz kısım her zaman problematik bizde. Hiçbir zaman net bir semiyotik gösterge arama derdinde olmamak gerekiyor. Saf ses malzemesinde oluşan bir müzik varsa. Hele hele besteci başlık koymadıysa. Besteci bir başlık koyduysa o yine de göstergenin simgesellik değerini arttıran bir şey.

İster istemez bir göstergeyse müzikal yapı, onun simgesellik değerini arttırıyorsunuz isim koyarak. “Sonbahar” diyerek ister istemez bir çağrışım zinciri oluşturuyorsunuz ama o yoksa, ki genelde yoktur, iyi ki de yok bazı durumlarda. İthaf da yoksa siz aslında sadece o ses ve zaman örgütlenmesi denen malzemeyle baş başasınız. Onu tek olarak, yapısal ve biçimsel olarak inceliyorsunuz.

Yapısal ve biçimsel inceliyorsunuz diyorum, özellikle biçimsel ve yapısalı ayırıyorum, o da şu yüzden: Biçim biraz mimari tasvir gibi. Yani şöyle diyoruz, bir ev düşünelim, yatak odası 5 metrekare, mutfak 3 metrekare, işte banyo 4 metrekare gibi bir tasvir, betimleme yaptığınızı, evi mimari olarak açıkladığınızı, biz de bunu diyoruz biçimsel dediğimiz analizde.

Birinci bölüm şu kadar ölçü, arada bir köprü var, üçüncü bölüm şu kadar ölçü sonra bir kadans var şu kadar ölçü gibi. Yapısal analizden kastımız da biraz daha hem tınısal özelliklerini, orkestrasyonunu açıklamak hem de bu bir önce söylediğim ses malzemesinin ne şekilde işlendiğini, yani fonksiyonel harmonik bir şey varsa elinizde, orada harmoni çözümlemesi yapıyorsunuz.

Değişimlerine, tonuna, modülasyonlarına, dizisine bakılıyor bu çözümlemede de. O yüzden yapısal ve biçimsel analizi bazen ayırmak gerekiyor.

Tasarımı problem çözümü olarak ele alındığında ve tasarımla uğraşmak aynı zamanda üretimle iç içe olmak manasına geliyor. Bu durum müzik açısından düşünüldüğünde müzik yapmak ve çalmak arasında neden bu kadar büyük bir uçurum var?

Çok haklı, güzel bir soru. Aslında profesyonel çalgıcılık 18. yüzyılın bir meselesi diyebiliriz. 18. yüzyıldan önce icracılar besteci, besteciler icracıydı. Bu aslında icrayı daha az profesyonelleştiren bir şey çünkü hem bestecilikle hem de icracılıkla uğraştığınızda ister istemez icra ayağı zorlanıyor.

Sporcu gibi sürekli çalışmanız gerekiyor. Ben de yıllarca piyanist olacağımı sanarak yaşadım. Hatırlarım nasıl saatlerce piyano çalıştığımı, saatlerce ağlaya ağlaya. O sporcu disiplini çalgıcılığın bir noktada geri dönüyor çünkü besteciliğe de zaman ayırmanız gerekiyor.

Bestecilikte de şöyle bir açıklık yaratıyor. Siz beste yaratıyorsunuz ama profesyonellik, profesyonel çalgıcılar ve profesyonel orkestralar henüz kurumsallaşmadığı için 18. yüzyıl öncesinde şunu diyorsunuz: Flüt, keman veya trompet herhangi bir çalgı çalabilir o kısmı.

“Kemancı yok mu? Flütçü de icra edebilir.” gibi.

Sonrasında bu sosyo-ekonomik durumun da değişmesiyle ayrılıyor bu iki alan. Artık icracılar “Ben yazılmış şeyi çalarım, çok iyi çalarım.” diyor, tüm mesaisi de bu oluyor. Biz de “Artık virtüöz çalgıcılar istiyoruz.” deyip tüm teknik ve müzikal sınırlarını zorluyoruz icracıların.

O yüzden böyle çok net bir ayrım oldu. Olmalı mıydı? Bir orta yolu bulunabilirdi bence.

Bence keşke hepimiz müzik yazabilsek veya eğitimimizin bir parçası olsa bu tasarım kısmı. Bu anlamda evet, müzik yazmak ve icra etmek arasında ne yazık ki günümüzde büyük bir uçurum var. Bu yüzden de son 30 yıldır doğaçlama geleneğine yeniden bir eğilim söz konusu müzik çevrelerinde.

Yani caz müziğinde doğaçlama yapıldığını biliyoruz ama Avrupa akademik geleneğine doğaçlama terk edilmişti 20. yüzyıla kadar. Halbuki “barok” klasik dönemde bile konçertolarda “kadans” diye bir bölüm vardır. Orayı besteci boş bırakır ve icracı kendi teknik ve kompozisyonal becerisini o kadanslarda gösterir.

Biz klasik dönemin sonlarından itibaren bu kadansların bile besteciler tarafından ayrıntılı bir şekilde yazıldığını görüyoruz. Türk müziğinde notalanmaya çok geç başlanıldığı için ve hala notayla ilişkileri çok seyrek olduğu için doğaçlama son derece yoğun biçimde devam ediyor, geleneksel müziklerin pek çoğunda olduğu gibi.

Gerçi geleneksel diyorum ama Avrupa müziği de bir geleneksel müzik sonuçta. Türk müziğinin notayla olan bu seyrek ilişkisi ister istemez bu sözlü gelenek dediğimiz bir şekilde usta-çırak usulü öğrenmeyi beraberinde getiriyor ve çok daha özgür kılıyor.

Önünüzde sabit bir besteci tarafından imzalatılmış ve noktasına virgülüne kadar bu şekilde çalacaksın denen bir partür yok. Dolayısıyla siz orada eseri bir şekilde aslına sadık kalarak çalıyorsunuz ama süslemeler, değişiklikler yapıyorsunuz. Nüanslarda değişiklikler yapıyorsunuz.

Yani o yorum dediğimiz şeyin sınırlarını çok daha açık bırakıyorsunuz. Bu doğaçlamaya yeniden eğilim bence umut yaratıyor. Bestecilerde de diğer türlü bir açıklık var. Besteciler de bir şey çalmıyorlar.

Çalanlar elbette var ama çalmayanlar da var. O da çok büyük bir sıkıntı çünkü icracının halinden anlamıyor besteci de. Hal böyleyken 1940’lardan sonra icracıyla besteci çok yakın temasta olmalı gibi bir yaklaşım ele alındı.

Besteci icracıyı dinleyecek bir eser yazarken, icracı bestecinin yanında olacak. Özellikle 1950’lerden sonra görüyoruz besteci icracı ortak üretim eserlerini ama hala orada bir açıklık söz konusu maalesef.

Müzik aletleri ve müzik anlayışı her yerde değişiyor ve bu aynı şekilde yapılan müziği de etkiliyor. Müziğin insanlar üzerindeki etkileri öğrenilmiş olabileceği gibi evrensel etkileri olduğu da iddia ediliyor. Peki bir müzik aletiyle evrensel bir müzik yaratılabilir mi?

Şuradan başlayabiliriz. Evrensel olan bir müzik yok.

Globallikten bahsedebiliriz belki o da terminolojideki boşluktan kaynaklanıyor haklı olarak biz de evrensel diyoruz. Global olan bir müzik de yok. Müzik dünyada bildiğimiz bütün toplumlarda olduğu için globaldir. Müzik her kültürde olduğu için global bir folklorik özelliktir ama tek bir müzik türü yok ki tüm dünya halklarına hitap etsin.

Dolayısıyla müzik global midir? Evet, her halkta olduğu için bildiğimiz bu anlamıyla bir globalliği var ama tek bir müzik türünün globalliği söz konusu değil elbette. Daha Avrupa merkezli, Avrupa’nın siyasi, ekonomik altyapısının ve gücünün etkisiyle Avrupa müziğinin evrensel müzik iddiası veya hepimizin bir şekilde edindiği bir düşünce var ama elbette böyle değil.

Avrupa müziği evet, çok kıymetli bir müzik ama müzikler arasında herhangi bir hiyerarşi elbette yok. Hint müziği daha az nitelikli veya Avrupa müziği daha nitelikli bir müzik değil. Hepsi bir hiyerarşi ve iktidar ilişkisi olmaksızın çok değerli müzikal gelenekler. Önce bunu bir belirtmek isterim.

Aslında biraz da cevap vermiş oluyorum. Keman; Avrupa, Doğu Avrupa, Arap yarımadası, Orta Doğu’nun belli bölgeleri için son derece alışıldık bir çalgı olabilirken Ekvator kuşağındaki veya Sahra Altı bölgesindeki bir kültür için son derece yabancı ve bu anlamda da belki rahatsız edici bir çalgı bile olabilir.

Tambur bizim için son derece alışılagelmiş ve belki sevilen bir çalgıyken bir Avrupalı için gayet alelade ya da dinlemekten çok da keyif almayacağı bir çalgı olabilir. Dolayısıyla evet, müzik de kültürün bir parçasıdır diğer alanlar gibi. Tek bir hâkim, herkesi etkileyecek müzik yok bence.

Korku filmlerinde korku için kullanılan küçük ikili aralıklı nota barındırdığı uyumsuzluktan ötürü rahatsız edici mesela. Ya da artık dörtlü diye bir aralığımız var onlar da klaksonlarda kullanılıyor ancak bu seslerin, notaların nasıl işlediği bilimsel olarak kanıtlanmış durumda.

Biyolojiyle insan bedeni nasıl açıklanabiliyorsa, psikanalizin bulguları beyindeki kimyasallarla nasıl açıklanıyorsa bilim müziğin de romantizmini açıklamış durumda. Yani öyle gizli saklı romantik bir tarafı yok artık, hepsi bilimle açıklanmış durumda.

Yani mesela sadece küçük ikili mi, uyumsuz müzikler mi bizi sadece korkutuyor? Hayır, değil. O sadece sinema sektörünün Kuzey Avrupa ve Amerika kaynaklı çıkışında ve o coğrafyaların müzikal kültürel mirasının bu malzemelerden faydalanmasından ötürü. Bu bize öğretilmiş bir şey. O müziklerden korkmayı öğrendik belki de bu coğrafyalarda başka korku hissi uyandıracak müzikler de var ama onlar sinema sektöründe kullanılmıyor.

Bence mesela buralara özel bir korku filmi yapılmak istense o sabah ezanı mesela benim tüylerimi diken diken eder. Söylemeye çalıştığım şu: Her kültürde farklı farklı ses malzemeleri gayet korku dilini oluşturabilir.

Antik Yunan’dan beri farklı farklı etkileri olduğu söylenen diziler vardır. Kimisi sakinleştirir, kimisi canlandırır. Bizde de makamlar üzerinden yapılır bu. Hicaz makamı balgam söktürür ya da işte saba makamı ruhu okşar, sinir hastalıklarına iyi gelir.

Bu inanç hep var, Hint müziğinde de var. Günün her vakti için, farklı ruh hallerine hitap eden, uygun olan diziler çalınmalıdır. Bizde ezanlar da öyle aslında ama kimse uymuyor tabii. Bu inançlar var tabii hep kadim geleneklerde ama yine de söylüyorum çok kültürel ve global olan tüm halklar üzerinde aynı etkiyi yapacak olan bir şey yok.

Edinilmiş akıl burada devreye giriyor işte. Hollywood’un bize edindirdiği akıl, ondan korkmayı da öğretiyor. Fiziksel sebebi var mutlaka o aralıklardan korkmamızın ya da bizi ürkütmesinin falan ama öğretilmiş yanı da fazla.

Bebekler ne kadar korkarlar acaba o müziklerden pek emin değilim. Bir beste hocamızın şey dediğini hatırlıyorum, 12 ton çalışırken, “Alışkın olduğumuz seslerin dışında, rahatsız etmek için tasarlanmış bir müzikal uygulama 12 ton.”

O dönemde hocasıyla bunu çalışıyor ve çocuğu da çok küçük. Normalde başka birisine dinletse “Gürültü bu” diyecek, dinlemesi gayet zor olacak ama ufaklık babası ne zaman piyanoda bestelediklerini çalsa dans etmeye başlıyormuş. Çünkü ona öğretilmiş bu güzel müziktir, “Bunda dans edilir.” yok henüz, bunun bilgisi verilmemiş ona.

Müzikolojide pratikle teori arasındaki bağ nasıl kuruluyor? Müzisyenler akademik çalışmalardan beslenebiliyor mu? Siz akademik yayın yaptığınızı ama genel olarak pek yayın çıkmadığını söylediniz. Bahsettiğiniz gibi bu bağda bir eksiklik varsa bunu güçlendirmek için bir şey yapılıyor mu?

Hayır yapılmıyor. Net çalışmalar yok. Bazı okullar bu farkındalığa sahip hocalar barındırıyor ve bu hocalar çeşitli derslerle bu farkındalığı yaratmaya çalışıyorlar veya içeriği bu tarafa yönlendirmeye çalışıyorlar.

Konservatuarlarda da artık yayın yapılacak, yayınsız mezun olamazsın diyen üniversite sayısı bir elin parmağını bulmaz bile. Bence öyle de olmalı, yayın daha çok yapılmalı. Artık alan indeksli yayınlar bile zor bulunur durumda. Bunun dışında da yayın şartı olmaksızın tez teslim etmeyen, tez teslim almayan yer yok gibi. Bu açıdan maalesef durum biraz içler acısı.

Müzisyen-akademi ilişkisinde de ne yazık ki bizde işler biraz bireysel ilerliyor. Özellikle bestecilik için. Bireysel ilerliyor, bireysel ilerlediği gibi besteciler üretimlerinin belki %90’ını çaldıramadıkları için herhangi bir iz düşüm var mı yok mu? Ya da bunun alana katkısı var mı yok mu? Ya da bunun alana etkisi nedir gibi bir geri dönüş ne yazık ki çok mümkün olmuyor.

Gayet umutsuz ve ümitsiz cevap veriyorum bu konuda. Bestecilik de dediğiniz gibi tasarımdır ama bunun kamusallaşması, bu kamusallaşmadan da büyük halka açılmak değil ama bu entelektüel alanları düşündüğümüzde çok az insana hitap ediyor çok fonksiyonel bir şeyi kapsamıyorsa.

Derdim öyle çok büyük kitlelere hitap etmiyor olması değil, biz kendi kitlemize bile ulaşamayabiliyoruz, hatta ulaşamıyoruz. Dolayısıyla bunun geri dönüşü, iz düşümü maalesef zorlu. Ve bu sadece Türkiye’ye de özgü değil, dünyanın genelinde de böyle. Belki bizdeki kadar içine kapanık değil. Her alanda izleyicisi, dinleyicisi az olan bir alan.

Türkiye’de hem az dinleniyoruz hem de kendimizi dinleteceğimiz medyamız da yok. Orkestralar, Amerika’daki gibi müzik kooperatifleri falan çok çok zor, herkes üç beş arkadaşı içinde yapmaya çalışıyor. Etrafındaki arkadaşları kimse ona göre bir beste hazırlıyor.

Tasarımda kullanıcı ve problemleri hedef alınır ve ona yönelik bir süreç işlenir. Müzikte de kullanıcıya geçen kısım biraz daha belirlenmiş, kimi tarz ve türlerde sınıflandırılabilecek parçalar.

Yani üretilen bir müzik parçası belirli bir tarzdaysa belirli kişilere hitap etmiş oluyor. Bu eksende doğrudan “kullanıcı odaklı müzik” nasıl tasarlanabilir?

“Akademik müzik”ten bahsediyorsak yani kilise ve akademiler yoluyla günümüze ulaşan bu müziği yapıyorsanız kullanıcı dostu değilsiniz. Orada “Aman işte şunlar çok tutmuştu, ben de bunları uygulayayım.” derdinde çok olmuyorsunuz.

Daha öncelerinde opera bestecilerinde, 16-17. yüzyılda bunu görmek mümkün. Çok boyutlu bir şey çünkü opera da. Hem görsel bir şey var hem drama var, metin var; hem sahne dekor, kostüm, müzik, izlenmesi de bu yüzden rahat büyük kitleler tarafından.

Orada gerçekten bu bahsettiğimiz kısa yolların çok fazla kullanıldığını görüyoruz.

Günümüzde akademik müzik uzantılı bir müzik yapıyorsanız öyle kullanıcı merkezli olmanız da iyi bir şey mi bilmiyorum. Kullanıcı ya da dinleyici için bir şey…

Yani tabii ki dinlensin diye yapılıyor ama dinleyici merkezli olmak sizi çok fonksiyonel müzik bazlı bir yere götürme tehdidiyle karşı karşıya bırakır ve o kısıtlayıcı bir durum.

Sorunun ikinci kısmına geçecek olursak hangi kültüre hitap ettiğinizi biliyorsanız örneğin ve o kültürün müzikal geleneği hakkında fikir sahibiyseniz hiçbir şey yapmazsınız ve direkt o folklorik malzemeler üzerinden bir tasarım ortaya çıkartırsınız, çok da tutabilir.

Böyle bir şey yapmak istemiyorsanız bunu sırf tutsun diye yapmak… Dizi, reklam veya film müziği yapıyorsanız böyle bir şey yapmanız gerekiyor ama bahsettiğim müzikal tasarım böyle bir fonksiyon içeren müzikal tasarım değil. Burada bestecinin gerçekten hareket ettiği müzikal gelenek içerisinde eğilim gösterdiği, başka bestecilerinin etkilerini kendi yapmak istediği müzikle birleştirdiği bir tasarım süreci bu.

Bu tasarım sürecinin içinde bazı besteciler bu tip durumları gözetebiliyorlardır. “Şunu şöyle yapayım, şu etkiden dolayı.” gibi ama o geleneğe hâkim müzikçiler en azından, “Burasını gerçekten etkilemek için yapmış, bunu yapmasaydı…” slogan cümleler vardır ya hani, klişe olmuştur, onlar da çok gözden kaçmıyor yani. O da bir seçim, yapılabilir…

Ama tabii müzikte interaktif uygulamalar da var. Az önce de bahsettim 18. yüzyıla kadar besteciler bazı boşluklar bırakıyor parçalarında dinleyiciyle iletişime girebilmek için.

Ancak 20. yüzyıla doğru besteci eser üzerinde daha fazla hakimiyet kurmaya başlıyor. Günümüzde de “Fluxus”, “Dada” gibi akımların da etkisiyle bu ses tasarımlarını, müzikleri, parçaları bestecilerin iktidarından, hükümdarlığından çıkarmalıyız artık gibi bir yaklaşım söz konusu.

Nasıl çıkarmalıyız? İcracıyı dahil ederek ama bir artısı izleyiciyi de dahil edip.

Ne demek izleyiciyi de dahil etmek? Siz besteci olarak artık yapıtınızın belli alanlarında icracıdan bazı talimatlara uymasını bekleyebiliyorsunuz. Şimdi bu performans sanatı gibi düşünmeyelim ama.

Mesela yemek yapan bir performans sanatçısının şovunu tamamlayabilmesi için izleyicilerin o yemeği yemesi gerekir. Beyaz bir bez gerer ve der ki izleyicilere “İstediğiniz rengi alın buraya döşeyin.” O performansın gerçekleşmesi için o interaktif bağlantı şarttır.

Müzikte de benzer uygulamalar var. İzleyiciden gidip piyanonun istediği tuşlarına basması mesela bir süre. Ya da gidip oradaki çıngırağı çalması gibi interaktif yönelimler söz konusu.

Ya da böyle talimatlar yok ama şöyle yapıyor, çok da bilinen bir örnek: John Cage’in “4.33” diye bir eseri vardır mesela. Piyanist konser salonuna çıkar, piyanonun önüne gelir ve 4 dakika 33 saniye hiçbir şey yapmadan durur. Bu epey uzun bir zaman sessizlik için.

İşte orada aslında sessizliği de sorguluyor. Mesela burada sandalye gıcırdadı, buranın müziğine katıldı, öksürdük, burnumuzu çektik gibi. Aslında interaktif uygulamalar hep farklı disiplinlerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkıyor.

“Bianel sanatı” diye bir şey var ya, biliyorsunuz, oraya kabul edilmesi için nasıl bir şeyin gerektiğini biliyorsunuz az çok. Bianel sanatına malzeme olabilecek interaktif uygulamalar bu şekilde çeşitlenebiliyor, hepsinde var, müzikte de var.

Manyetik bant, yani sesin kaydedilebilmesi, müziği nasıl etkiledi?

Bestecilerden daha çok icracıları etkiledi. Besteci bir eser yazıyor ve mümkün olduğunca da içindeki her şeyini belirlemeye çalışıyor. Hiçbir zaman nota her şeyi söylemez tabii ki, yorumdan yoruma fark mutlaka olacaktır. En basiti Herakleitos, “Aynı nehirde iki kere yıkanamazsın.”, hiçbir şeyi aynı şekilde yapamazsın.

Dolayısıyla hep bir farklılık söz konusu olacaktır en detaylandırılmış olduğunu düşündüğümüz notayı icra ederken bile ama kayıt teknolojisiyle birlikte şu oluyor şimdi: Aynı icrayı bandın incelmesi, delinmesi ya da dinlenen ortam, hastayken dinlemek gibi unsurların haricinde aynı icrayı defalarca dinletme olanağı tanıyor bu kayıt.

İlk etapta konser pratiğini gerileten bir şey aslında. Evet canlı müzik dinlemenin alımlamaya etkisi tartışılamaz o yüzden de canlı müzik ihtiyacı duyuyoruz hala. Yoksa herkes alır Pink Floyd’u evinde de dinler değil mi ama?

Oradaki sahne performansına bir şekilde dahil olma, onu canlı dinleme ihtiyacı hala var ki sadece evlerimizden dinlemiyoruz.

Ama şunu geliştirdi ya da şu düşünceye sevk etti icracıları da: “Yani ben Mozart’ı çalıyorum, bunu benden önce binlerce kişi çaldı ama tamam onlar öldü, burada değiller.” ya da “Şu anda ben piyanonun başındayım ama bu çalanlar, bir de bunları kaydetti, zaten yüzlerce yapılmış çok iyi kayıt var.

Bu Beethoven sonatı benim hayalimdeki gibi, hayallerimin ötesinde çalan belki saysız icracı var. Ben bunu niye çalıyorum?”

Aslında müzik tarihinde icracının psikolojisi üzerinde her şey bir yana çok önemli bir etkisi olduğunu düşünüyorum ben.

Onun dışında canlı icra pratiği, konser havası gibi meselelerde, Benjamin’in bu sinema üzerinden özellikle aurayla lgili söylediklerinin çok daha canlısını müzik performansı üzerinden düşünebiliriz.

Sinemadaki yine kapatılmış bir yapıt nihayetinde. Yönetmen kapatıyor ve siz orada izliyorsunuz, bir müdahale şansınız yok. Müzikte o da var, öksürüyorsunuz müdahale şansınız oluyor. Eski Türk müziği kayıtlarını düşünün.

Orada Sabite Tur gazel atıyor, izleyici de “Yaşa Sabite!” diye bağırıyor, Sabite daha da coşuyor. Ya da Ümmü Gülsüm’de falan da çok gözlenebilir bir şey bu. O daha “aktif interaktivite” dediğimiz şey bizim.

Bunlar görebildiğimiz ortadaki şeyler ama icracı üzerindeki psikolojik mesele gerçekten benim için epey dikkat çekici. Bir de tabii şeyi de sağlıyor bu: Bant sonrası rastlamsallık uygulamasının daha çoğalmasını da. Neden? Artık somut müzik diye bir şey var. Alıyorsunuz işte manyetik bant var elinizde, bardağa su doldururken kaydediyorsunuz.

Bunu neden kemana yapmaya çalışayım ki? Vivaldi ne yapıyor Dört Mevsim’de? Kuş seslerini çeşitli süsleme elemanlarıyla, farklı uygulamalarla taklit etmeye çalışıyor.

Niye taklit edeyim ki ben kuş sesini, kayıt aletiyle kolayca kaydetmek varken? Ama bu icracıyı o kadar devre dışı bırakan bir durum ki. Buna tepki olarak da biraz doğuyor bu rastlamsallık uygulamaları diyebiliriz.

İcracı o kadar dışında kaldı ki meselenin. İcracıyı tekrar işin içine sokalım, hatta öyle bir sokalım ki bestecilik payesi de verip sokalım. Belli bölümleri boş bıraksın, icracı oraları kendisi doldursun. Doğaçlamaya daha müsait alanlar ya da seçim şansı veriyor.

Diyor ki, “Şöyle, şöyle veya şöyle çalabilirsin, birini tercih et.” veya “İster sondan başla ister baştan.” gibi seçenekler sunuyor. Bunlar hep interaktif uygulamalar. Tabii bunlarda dinleyiciye pek yer yok.

Bu yaygınlaşan ve herkesin katılımına biraz daha açık olan platformlar kadınların müzikle olan ilişkisini nasıl değiştirdi?

Aslında cevabını verdiniz -yer açtı- ama nasıl yer açtı bunu tahmin etmek biraz zor olabilir. Şimdi bilmiyorum tasarımda kanon deyimini ne kadar kullanıyorsunuz? Kural, kanun, yasa manasında olan…

Bu kural, kanun, yasa aslında bağlantılı başka bir deyime götürüyor bizi: O da “ana akım”. Kanona dahil olmak ve olmamak. Kanonun kuralları çok katı. Kanonu zaten bir kurallar silsilesi, zaten dini merkezli bir terim aslında. 20. yüzyıla kadar da dini merkezli kullanılıyor, teolojik.

Bu ana akıma dahil olmak için belirli şartlar var. Eğer Avrupalıysanız örneğin beyaz, Hristiyan ve mümkünse erkek olmak önemli şartlardan bir tanesi. Tarih yazıcılar da erkekler, dolayısıyla tarih yazımıyla ilgili önemli bir sıkıntı var.

Toplumsal cinsiyet meselesinde bir sıkıntı olduğu gibi aslında siyasal tarih açısından da sıkıntı var. Güç kimin elindeyse o kendine göre bir tarih yazıyor örneğin.

Ya da hangi etnisite ya da hangi dil baskınsa kendince bir tarih yazıyor vesaire. Müzik tarihinde de ya da bestecilik kanonunda da bu aynı şekilde geçerliliğini koruyor. Resim geleneği, müzik geleneği ve bunlara ait kanon son derece kadının erişimine kapalı bir kanon.

Şöyle kapalı: 1920’lere kadar kadınların bestecilik ve teori derslerine girmeleri yasak.

Bir baraka inşa edebilirsiniz belki mimari eğitim almadan ama yüz katlı bir gökdelen için statik, yüksek matematik vb. bilmeniz gerekiyor. Bestecilik de böyle bir alan, son derece kompleks ve bir yapı kurum alanı.

Bunun eğitimini almadan tasarım yapmanız çok olanaklı değil. Dolayısıyla hani bir soru vardır, “Neden hiç büyük kadın sanatçı yok?” diye. Araştırmaların en başında herkes bağırmaya çalışıyordu, insan göstermeye “Şu da var, bu da var.” diye.

İstisnalar var tabii ama bu alana erişimimiz yoktu. Zaten eğitimini alamıyorduk. Dolayısıyla nereden yetişecekti ki bu kadın sanatçılar kanonda olsunlar? Peki olanlar niye görünür değil? Çünkü kanonu oluşturanlar erkekler. Aynı şekilde kadınlar yok ama farklı kimlikler de yok. Translar da yok, farklı eğilimler yok, ötekilerin hiçbiri yok siyahiler de dahil.

Dolayısıyla Avrupa geleneği kanonu kadınlara yer vermiyordu. Şimdi bu özellikle elektronik müzik alanında çok da yeni bir alan olduğu için kendi kanonunu oluşturmadı daha. Elektronik müziğin ortaya çıktığı dönem de kadın hareketinin epey yol kat etmiş olduğu bir dönem. Hak ve özgürlükler konusunda çok fazla kazanımın yaşandığı, meselenin konuşulabildiği bir hale gelmişti.

En büyük sebep ama kendi kanonlarını oluşturmamış olan bu alanlarda, oluşmakta olan bu kanona sızmak daha kolaydı. Yağlı boya resim kanonu gibi kemikleşmiş ya da Avrupa tonel müzik kanonu gibi kemikleşmiş bir erkek egemen kanon söz konusu değil bu yeni medyaya dahil edebileceğimiz alanlarda.

O yüzden sızmak çok daha kolay ve rahat. Bir de kadınlar yüzyıllarca beste yapsalar bile yayınlatamadılar. Kendi isimlerini yazamadılar. Şimdi öyle değil, yaptığınız bir şeyi Youtube’a yükleyiveriyorsunuz. Zaten kadın hareketi o yerde de değil tabii, isim yazmak vs. ayıp değil. Ama bir de çaldıramıyor musunuz? Youtube’a, Soundcloud’a yükleyebilirsiniz. Bu anlamda evet, kanona sızmanız daha kolay.

Ses bizim tasarımlarımızda pek düşünülmeyen bir etmen. Kullanıcıya daha farklı yollardan ulaşabilmek için tasarlanan ürünlerde nasıl yeni ve yaratıcı ses ilişkileri tasarlanabilir?

Şimdi büyük reklam firmaları ev kadınlarını evlerinden alıp kurumsal mekanlarına götürüyorlar ve orada çeşitli şeyler denettiriyorlar, tepkilerini alıyorlar vesaire.

Çok çok basit belki ama neden olmasın? Böyle bir şeyler yapılabilir bence. Hele hele kültürel özelliklerin artık ne kadar etkili olduğunu biliyorsak. Köftenin şeklini değiştiriyorsunuz, onu daha yerel kılıyorsunuz satışlarınız patlayabiliyor örneğin.

Bana sorarsanız sürecin başından itibaren zaten tasarımcıların yanı başında olsa keşke ses tasarımcıları da ama bununla birlikte ne yapılabilir bilmiyorum. Siz çok daha geniş kitlelere uzanan şeyler yapıyorsunuz o yüzden sizin için çok merkezde kullanıcı dostu olma durumu.

Bu konunun uzmanı olmadığım gibi, bu konuda pek de bir şey söyleyebileceğimi zannetmiyorum. Kullanıcıyı ama testler üzerinden sürece dahil etmek gerekli.


Gülçin Özkişi 1981 yılında doğdu. Müziğe annesi Canan Yalçın ile başladı. İstanbul Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi Müzik Bölümü ve YTÜ Sanat Tasarım Fakültesi Müzik ve Sahne Sanatları Bölümü’nde öğrenim gördü. YTÜ SBE Sanat ve Tasarım Yüksek Lisans Programı’nı “20. Yüzyılda Opera, 20. Yüzyıl Modernizminin Operaya Etkileri ve Modernist/Postmodernist Estetik Bağlamında Opera” teziyle bitirdi. 2009 yılında aynı kurumda tamamladığı “Toplumsal Cinsiyet Bağlamında Türkiye´de Kadın Besteciler” teziyle doktora derecesi aldı. University of London’da başladığı doktora-sonrası çalışmalarını, TÜBİTAK bursiyeri olarak University of Oxford ve ardından King’s College, London’da sürdürdü. 2017’de doçent ünvanı alan Özkişi, halen YTÜ Sanat ve Tasarım Fakültesi Müzik ve Sahne Sanatları Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.