Sürdürülebilir Mimarlık Eğer Gerek Yoksa Bina Yapmamaktır

Tülin Görgülü
Hazırlayan: Hüseyin Uğur Genç

Türkiye’de belli bir dönemden sonra inşa ya da restore edilen yapılara baktığımızda, küresel etkileri bir kenara bırakırsak, ulusal ve politik duruma göre nasıl bir okuma yapabiliriz?

Devlet eliyle yapılan ve yaptırılan projelerde belirli bir üslup arayışı söz konusu. Ne olduğunu anlayamadığımız, çerçevelerini çizemediğimiz bir üslup bu.

Osmanlı mı, Selçuklu mu? Aslında biz bunların hepsini birbirlerine karıştırıyoruz. Tasarlananın belli olmadığı bir mimari anlayış var ve bu anlayışı da dayatan kişilerin bu konuda çok da donanımlı olmadıklarını düşünmüyorum.

Örneğin yakın tarihte yapılan bir kamu yapısını mimarı açıdan incelediğinizde bizlere çok da bir şeyler ifade etmeyen, ileriye götürmeyen ve bizim kültürümüzü de aslında yansıtmayan bir anlayış olduğunu görüyorsunuz.

Çünkü tamamen eklektik. Örneğin Çağlayan Adliyesi’ne baktığınız zaman bir taç kapı görüyorsunuz.

Taç kapı Selçuklu’da vardır ve en önemli özelliklerden biridir. Ama yapının diğer kısımlarına baktığınızda standart bir ofis yapısı algılıyorsunuz ama devasa bir kitlede. Devasa bir kitle olmasının gerekçesi ne?

Gerekçe, devlet iradesini baskın tutmak ve göstermek. Bu anlayış belli dönemlerde hep ortaya çıkan bir şeydir. Gotik dönemde dinin etkisini, daha geriye gittiğimizde tapınaklarda tapılanın etkisi göstermek amacıyla bu tarz mimari yapılara rastlıyoruz.

2. Dünya savaşı döneminde totaliter rejimlerin etkisi altında Avrupa’da da yaygınlaşan bir anlayıştır bu.

Ayrıca Osmanlı mimarisi diye bir mimariyi tam olarak tanımlamak da zor bir şeydir çünkü eklektik bir mimaridir ve yakın coğrafyadaki başka mimarilerden izler taşır. Ama Selçuklu mimarisi çok net okunur ve kendini ifade eder.

Devlet ve kurum binalarının dışında, toplu konutlar ve plazalar da çok revaçta.

Sizce bu projeler hayata geçirilirken orada yaşayacak insanların ihtiyaçları ne kadar göz önünde bulunduruluyor?

Aslında bu ülkenin insanı bu yaşam kültürüne ihtiyaç duyuyor mu yoksa bu binalar mı bize böyle yaşamayı dikte ediyor?

Toplu konutlar benim uzmanlık alanım. Evet, aslında bu binalar bize belli bir yaşam biçimini dikte ediyor. Yakın döneme kadar insanlarımızın komşuluk ilişkileri, sokakları, bakkalı, manavı veya kasabı vardı.

Mesela geleneksel bir mahalle nasıl oluşur? İlk olarak çeşmesi, çınarı, camisi vardır. Sonra bakkalı gelir. Giderek orası insanların ortak mekanına dönmeye başlar.

Komşuluk vardır, sokakta oturulur, herkes birbiri ile sohbet eder, bakkaldan bir şey istersin, paran yoksa o bakkal sana veresiye verir.

Bu tarz bir yaşamın yok olduğu bir süreç yaşanıyor. Kentsel dönüşüm ile birlikte tüm bunlar yok edildi. Her gün geçtiğimiz sokak yok, artık duvarlarla çitlerle çevrilmiş bir site var ve oradan geçemiyorsunuz.

Bakkalınız, manavınız kasabanız yok, sitenin içerisindeki alışveriş merkeziniz var. Son dönemde yapılan toplu konut projeler insanları bu standartlar içinde yaşamaya zorladı.

Tabii, ana akım medya da bu konuda çok yönlendirici. Tüm bunlar “Siz burada yaşamaya layıksınız.”, “Siz burada yaşarsanız statü atlarsınız ve sizin gibi insanlarla ayrıcalıklı yaşarsınız.” gibi vaatler içeren reklamlar sayesinde yapıldı.

Bir makalemde, artık bu tarz mimari konseptleri medya sektöründe yer alan reklamcıların yönlendirdiğinden bahsetmiştim. “Ne çok satar?”, “Ne nereye, nasıl yapılmalıdır?” sorularına reklamcılar ve finansçılar cevap verdikten sonra mimara ne tasarlayacağı söyleniyor.

Bu şekilde Türkiye’de konut alanları neredeyse tematik tatil köylerine dönüştü ve insanlar da bu tür mekanlarda yaşamaya alıştırıldı.

Toplu konut gibi büyük çaplı projelerde, orada yaşayan insanların istekleri ile mimarların isteklerinin çatıştığı durumlarda, kullanıcıya sizce ne kadar pay verilmelidir?

Mimarın vizyonu dünyamızı şekillendiren şeylerden biri olsa da bu gibi durumlarda bundan ne kadar ödün verilmelidir?

Kullanıcının yaşamsal isteklerine cevap vermek zorundasınız.

Onu rahatlatacak onun o mekânda olmasını sağlayacak, içinde alışkanlıklarını sürdürebileceği mekanların tasarlanmasından söz ediyoruz. Ama burada bahsettiğimiz kullanıcının tercih ettiği mimariyi yapmak değil, eski doku ile yeni doku arasında bir köprü kurup bugünü hissettirecek ve oradaki kültürü baskılamayacak bir mimariyi ortaya koymak.

Kullanıcının fikri alındığı zaman “Benim eski konağımın, evimin aynısı yap.” sonucu bile çıkabilir. Ama biz mimarlar bunu hiç istemeyiz çünkü tasarlanacak yapının günümüz yapısı olması gerekiyor.

Dolayısıyla o yapı bugünün ihtiyaçlarını karşılamalı, bugünün estetiğine, şekline, teknolojisine ve malzemesine sahip olmalı, ayrıca tasarlayan kişinin de mimari anlayışını yansıtmalı.

Kullanıcıyı yaşamsal, sosyal ve gereksinimleri paralelinde anlayıp mimariyi kendi anlayışımıza ve yapının bulunduğu bölgenin karakterine göre tasarlamak zorundayız.

İnsanları da mimari tasarım sürecine katmamız çok önemli dediniz.

Bu konudaki yöntemleriniz nelerdir? İnsanları nasıl bu sürece dahil ediyorsunuz?

Bunları büyük ölçeklerdeki projelerde mimarlar olarak biz yapamayız, işin bir tarafında mutlak oluruz, uzmanlara yol veririz ancak büyük ölçekte bir çalışma yapacaksanız bu konuda uzlaşma metodunu, finans yöntemlerini bilen profesyoneller var.

Süreç başlangıcında anketler yapılıyor. “Burada mal sahibi misiniz? Burada mı oturuyorsunuz? Burada oturmuyorsanız tekrar burada oturmayı düşünür müsünüz? Burada nasıl bir yapı olmasınız istersiniz? Yapı dışında farklı işlevler olsa ne olabilirdi?” gibi sorular soruluyor söz konusu tasarım alanındaki kullanıcılara.

Bu anketlerle birlikte yapılan finansal değerlendirmeler sonucunda insanların ne istediklerine dair sonuçlar ortaya çıkıyor. Bu sonuçlardan sonra mimarlar devreye giriyor.

Ancak mimarlar bu sonuçları direkt olarak kabul etmeyebilirler çünkü strateji uzmanları insanları yönlendirip projenin finans değerine uygun olarak sonuçları değiştirebilir.

Burada tasarımcının deneyim ve hissiyatının devreye girerek bu olumsuz durumları elemesi, mesleki bir direnç ile kamusal yararın ön planda olduğu yeni çözümler ortaya koyması söz konusu olabiliyor.

Özellikle Türkiye’de şehirlerin ve yapıların kaçak yapılaşmasından kaynaklanan “rastgeleliği” apaçık görebiliyoruz.

Bu duruma rant ve bazı ideolojilerin baskın çıkması da sebep oluyor. Bu ilerleyişe karşı olan bir mimar, bu şartlar altında, sizce nasıl tasarım yapabilir?

Mimarın böyle bir durumda biraz direnç göstermesi gerekiyor. Mimari projenin gerçekleştirileceği bölgede yaşayan insanların isteklerini iyi bilmesi gerekiyor.

Bu bağlamda da tüm paydaşları ikna etmesi gerekiyor. Örneğin Antalya’daki Balbey mahallesinde devam ettiğimiz bir döner sermaye projesi var. Balbey kent merkezinde Kaleiçi bölgesinin arka tarafında konumlanan bir mahalle.

Alanın bir kısmı kentsel sit özelliğine sahip, tescilli olan ve tescili önerilen pek çok yapı da var, çok değerli bir bölge. Kentsel yenileme alanı olarak ilan edilen Balbey mahallesinde kentsel dönüşüm projesi söz konusu. Ama dönüşümleri yaparken daha önce de vurguladığımız gibi, orada yaşayan insanları da sürecin içine katmanız lazım.

Eğer insanları sürece katmazsanız üstten dayatan ve rant odaklı bir bakış açısı ile o projeyi yaparsınız.

Çok önemli bir strateji grubu, bölgede yaşayanlar ve mülk sahipleri ile uzlaşmaya ve isteklerini öğrenmeye çalışıyorlar. Bu araştırmadan çıkan sonuçlar, insanların isteklerine uygun bir senaryo ile tasarımı yapmamızı sağlayacak.

Alan ile ilgili olarak biz tasarımcılara kapalı site, otel zinciri gibi öneriler yapıldı. Alanın ileride çok daha fazla değerleneceğini öngörenler tarafından da yapı yoğunluğunu arttırma istekleri geldi.

Biz de Balbey mahallesinin Antalya’nın merkezinde kentle iç içe olan bir mekân olduğunu; eski dokuyu koruyan, eski doku ile uyumlu, daha insancıl boyutlarda ve yapı yoğunluğunun çok olmadığı bir mimari anlayış sergilememiz gerektiğini belirttik.

Mimarlık alanı dışındaki tasarım alanlarına baktığımızda, tasarımcılar ürün boyutlarının görece daha küçük olması sayesinde final ürüne birebir benzeyen ürünlerle uğraşıyorlar.

Eskiden de bu tarihi katedrallerin mimarları aslında o katedrallerin birebir ahşap modellerinin üzerinde senelerce uğraştıktan sonra asıl yapıya geçiliyordu.

Şimdiki mimarlar da aslında ekranlar karşısında işlerini sonlandırıyorlar ve asıl tasarımını üretildikten sonra görebiliyorlar.

Böyle bir şey sizce nasıl duruyor? Bu sorunun önüne nasıl geçiliyor?

Mimarlıkta mekân ve ölçek meselesi tecrübe ile de kazanılan bir şey. Tasarımlarınızı yaptıkça o mekânın nasıl olduğunu görürsünüz. Dolayısı ile hep “Kırk yaşından önce mimar olunmaz.” denir.

Türkiye’de bu böyle olmasa da batılı ülkelerde belli bir deneyim sahibi olmadan birine, bir mimarı projenin altına imza yetkisi verilmez.

Yine de bu ilerleyen teknoloji ile çözülebilecek bir zorluk. Artırılmış gerçeklik uygulamaları ile yapıların simülasyonları yapılıp birebire en yakın şekilde bu tasarımlar deneyimlenebilir.

Panopticon konsepti, İngiliz filozof ve toplum kuramcısı Jeremy Bentham’ın 1785 yılında tasarlamış olduğu ve Foucault’nun da iktidarın gözü olarak nitelendirdiği, mahkumların gözetlenmesi üzerine kurulu bir hapishane modeli.

Mekân anlayışının ve mimarinin değişmesiyle modern mimaride verimi ya da disiplini Panopticon mantığında arttırmayı amaçlayan yöntemler kullanılıyor mu?

Bu yöntemin çok kullanıldığını düşünmüyorum.

Bugün geldiğimiz noktada mimaride çok farklı arayışlar da var ama hâkim olan hangisi diye baktığınız zaman mimariyi yönlendiren asıl unsur küresel sermaye.

Postmodern dönemde ve sonrasında “Yıldız Mimarlar” (Starchitects) dediğimiz bir olgu ortaya çıktı. Küresel sermayenin mimariyi yönlendirdiği, yıldız mimarlara para akıttığı güç göstergesi gökdelenlerin yerine çok farklı mimari biçimlerden oluşan tasarımların ön plana çıktığı bir süreç yaşandı.

Bir tasarım ne kadar farklı ve teknolojik ise o kadar kendini ve hatta bulunduğu kenti tanıtan bir vizyon yüklendi. Mimarlar için bu dönüşüm de bir fırsat yarattı.

Gelinen noktada parametrik tasarım olarak adlandırdığımız, yıldız mimarların tasarım fikirlerini hayata geçirmelerini sağlayan finansal ve teknolojik olanaklarla desteklenen bir mimari ortam var.

Öte yandan da insanı ve doğayı odak noktasına koyan kırılgan, naif bir anlayış var.

Bu anlayış “Biyomimikri” olarak adlandırılan, doğadan ilham alan, çevreyi düşünen, sürdürülebilir, “yeşil mimari” ye de uzanan bir olguyu tanımlıyor. Ama yer yer bu anlayışın da gerçekliğinin tartışılması gerektiğini düşünüyorum.

Sizce sürdürülebilir mimarlık nedir? Sizce sürdürülebilir gökdelen olur mu? Sürdürülebilir mimarlık eğer gerek yoksa hiç bina yapmamaktır. Neye, ne kadarına gereksinimimiz varsa o kadarını gerçekleştirmektir.

Çünkü her yapılan yapı doğada bir iz bırakıyor, her bir yapı için inanılmaz miktarda enerji ve malzeme harcıyorsunuz, atık üretip havayı kirletiyorsunuz.

Sinemada mimarinin kullanımı hep konuşulan konular arasındadır.

Sizce sinema filmleri mimari anlayışı etkiliyorlar mı yoksa filmlerde mimariyi sadece var olanın yansıması olarak değerlendirebilir miyiz?

Mimari bu anlamda çok etkilenmiyor diyebiliriz. Aslında mimarlar ve mimari, filmleri daha çok etkiliyorlar. Oynadığınız bilgisayar oyunlarından tutun da Bladerunner, Metropolis ve daha pek çok filmde mimarinin baş rolde olduğunu görebiliriz.

Örneğin Batman filmindeki Gotham şehrine baktığımızda tamamen “art deco” yapılardan oluşmuş bir kent kurgusu vardır. FRP tarzı bilgisayar oyunlarında ise Gotik karakterli karanlık ortamlar daha çok kullanılır.

5. Element, ütopik bir film olsa da oradaki mimari New York’un daha abartılmış ve düşey kullanımda gerçekleştirilmiş halidir.

Dolayısıyla o filmlerde de yapımcılar, sanat yönetmenleri mimarlarla birlikte çalışıyorlar.

Özellikle seyirciler veya oyun oynayanlar üzerinde bir baskı ya da dehşet duygusu yaratmak istiyorsanız Gotik karaktere sahip mimariyi çok rahat kullanabilirsiniz.

Gelecekte yapay zekâ ve programlanabilir malzemeler daha da ön plana çıkacak. Siz gelecekte bu teknolojilerin mimaride kullanılacağını düşünüyor musunuz?

Bu sayılanlar aslında mimaride kullanılmaya başlanan teknolojiler. Üç boyutlu yazıcılar sayesinde binalar inşa ediliyor ya da insansız hava araçları yardımı ile oradan oraya malzemeler taşınarak robotlar yardımı ile de monte edilerek yapılar tamamlanabiliyor.

Örneğin Japonya’daki Kansai Havaalanı denizden doldurularak oluşturulan bir ada üzerine yapılmıştır ve ada dolgu olduğu için uçakların ağırlığı, hareketleri nedeni ile belli sürelerde çöküyor.

Ancak havaalanı tekerlekler üzerine inşa edilmiş, altında bir kaldırma sistemi var ve yapıyı tekrar kaldırarak çökmeyi tolere ediyor. Elbette tüm bu süreç bilgisayarlar yardımı ile kontrol edilip ölçülüyor.

Bilgisayar teknolojileri ve bu paralelde cephe, aydınlatma kontrolleri ile değişebilen yapısal ögeler mimarinin içine halihazırda girmiş vaziyette. Hatta binaların dış cephelerinin şekil değiştirmesi üzerine tasarım araştırmaları da günümüzde yapılmakta.

Bu gibi yaklaşımların gelecekte daha da çok var olacağını hatta mimaride yeni arayışlar ve akımlara da yol açabileceğini düşünüyorum.


Tülin Görgülü İstanbul’da doğdu. YTÜ’de Lisans, Yüksek Lisans ve Doktora eğitimini tamamlamıştır. Uzmanlık alanları; tasarım, tasarım kuramları ve tarihi, bina bilgisi ve konut üzerine yoğunlaşmaktadır. Bugüne dek pek çok yüksek lisans, doktora tezi danışmanlığı yapan Tülin Görgülü; ICOMOS, DOCOMOMO, ÇEKÜL gibi kuruluşların üyesi olup, ulusal ve uluslararası basılmış pek çok makale, bildiri, kitap vb. akademik çalışmaya sahiptir. 2011 yılında 1. Antalya’da Uluslararası Mimarlık Bienali’nin küratörlüğünü, 2013 yılında da ikincisi düzenlenen Bienalin başkanlığını yapmıştır. Halihazırda YTÜ, Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü’nde Bina Bilgisi Ana Bilim Dalı Başkanı olarak görevini sürdüren Prof. Dr. Tülin Görgülü’nün YTÜ’de çeşitli idari görevleri; Eskişehir, Kocaeli, İstanbul 1 ve İstanbul 2 Numaralı Yenileme Alanları Kurullarında yapmış olduğu kurul üyelikleri bulunmaktadır. Bunların yanı sıra Mimarlık alanında da gerek üniversite döner sermayesi kanalı ile gerekse serbest biçimde yapmış olduğu pek çok uygulaması bulunmaktadır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir