Tasarıma Paralel Olarak Tarih Biliminde de Artık Tüm Paydaşları Anlamaya Çalışmak Söz Konusu

Yonca Köksal
Hazırlayan: Hüseyin Uğur Genç

Dünya çalkantılı bir dönemde. Bu yüzden zaman zaman aklımıza geliyor. Sizce tarih tekerrürden ibaret midir?

Tarih tekerrürden ibaret değildir aslında. Bu tarihi nasıl anladığımızla bağlantılı bir durum. Farklı farklı anlayabiliriz. Yapısal dönüşüm olarak anlayabiliriz ya da 19. yüzyıl öncesindeki tarih anlayışında olduğu gibi tarihi kişiler üzerinden okuyabiliriz.

O zamanlar büyük imparatorlar, savaşlar ve siyaset adamları üzerinden bir tarih okuması yapılıyordu. 19. ve erken 20. yüzyıldaki dönüşümlerle birlikte yapısalcı diyebileceğimiz siyasi, iktisadi, sosyal dönüşümlerin bütününe bakan Annales okulunun “long druee” olarak adlandırdığı yeni bir bakış açısı gelişti.

Karl Marx’ın dediği gibi “İnsanlar tarihlerini kendileri yapar fakat bunu istedikleri şekilde, kendileri tarafından seçilmiş koşullar altında yapmazlar.” Dolayısıyla bu ikisinin bir araya geldiği noktalara bakmak lazım. Böyle baktığımızda da aslında belli dönemlerde belli siyasi, iktisadi ve sosyal faktörler kendilerini tekrarlayabiliyorlar.

Dünyamız birtakım kriz dönemlerinden geçiyor. 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başında merkantilist politikaların hüküm sürdüğü korumacı ekonomilerin, bir krizle liberal ekonomiye dönüştüğünü gördük.

Dünyamız 1920’lerde başka bir ekonomik krizden geçti. Kriz dönemlerinden geçişlerde çok önemli değişimler oluyor. Birtakım iktisadi-siyasi faktörler bir araya gelebiliyor. Bu tarz dönemlerde bazı olayların birbirlerini hatırlattığını söyleyebiliriz.

Örneğin bugünkü dünyanın durumu ya da Türkiye’nin durumu tarihte hangi dönemlere benziyor diye baktığımızda iki dünya savaşı arasına benzetebiliyoruz.

İki Dünya Savaşı arasındaki dönemde de benzer ekonomik krizler ve radikal ideolojilerin yükselmesi görülüyor. Ama bunlar tam anlamıyla birer “tekerrür” değiller.

Bunları birtakım şartların benzemesi veya daha önceden olan birtakım olayların hatırlanması olarak görebiliriz. Ama bu, benzer şartlardan her zaman benzer sonuçlar ortaya çıkması anlamına gelmiyor.

Yani 1770’lerdeki merkantilizm krizi önce liberal ekonomiyi doğurdu sonra 1920’lerdeki büyük ekonomik kriz, Keynesyen politikaların izlendiği sosyal devlete doğru giden bir süreci ve bunun üzerine de bir savaşı doğurdu.

Tasarım konseyi, 2016’da aldığı bir kararla tasarımın tanımı değiştirdi ve artık tasarım sadece bir nesneyi ya da mekânı değil, aynı zamanda verilen hizmetleri de kapsayacak bir çerçeveye yerleştirildi.

Böyle düşündüğümüzde bir servis olarak nitelendirebileceğimiz devlet düzeni de problemleri ve planlamasıyla tasarım sürecini içermesi gereken bir olgu.

Peki sizce devlet tasarlanan bir şey midir?

Devlet odaklı düşünülürse “Devlet nasıl oluşur?” sorusu ortaya çıkıyor.

Bu soruya çok farklı cevaplar verilebilir. “Devleti kim tasarlar?” sorusuna; Marksist bakış açısı devleti bir grubun tasarladığını söylerken, devletçi bakış açısı devletin kendi başına bir aktör olduğunu ve yönetici elitlerden oluştuğunu, toplum içinde devlet bakış açısı ise farklı aktörlerin aralarındaki ilişkilerden bir düzenin ortaya çıktığını savunurlar.

Marksist açıdan bakıldığında devletin oluşumu bir sınıf sürecine bağlıdır. Devlet, burjuva sınıfının egemenliği altındadır ve devletin bir otonomisi yoktur.

Dolayısıyla burjuva sınıfının çıkarları, devletin çıkarları ile örtüşür. Antonio Gramsci ise “kültürel hegemonya” fikrini ortaya atar ve devletin sadece bir sınıf ya da materyal çıkarının olmadığını, aynı zamanda kültürel bir hegemonyasının da var olduğunu gösterir.

Bu bakış açısıyla öyle bir ikna oluruz ki devletin çok doğal bir oluşum olduğunu kabul ederiz ve “Devlet olmazsa hiçbir şey olmaz.” diye düşünürüz. Osmanlı döneminden beri “baba devlet” kavramını ve tek bir otoritenin varlığını kabul etmiş bir toplumuz.

Bu anlayışa göre devlet, bir baba gibi evlatlarını yani toplumu kucaklar. Ama devlet birtakım güç ilişkilerinin ve çatışmaların sonucunda ortaya çıkan bir olgudur ve bu bakış açısında aslında devletin çok fazla bir otonomisi yoktur.

Bunların yanında 1960-70’lerden başlayarak devlet odaklı bir bakış açısı ortaya çıkmıştır. Bu görüş, bazı sınıfların devletten birtakım çıkarları olabileceğini ama bu düzende devletin otonom ve bağımsız bir aktör olduğunu savunur.

Yani devlet kendi kendine davranma ve politikalar üretme kapasitesine de sahiptir. Bazen de bu politikalar, yönetici sınıfın çıkarları ile de çatışabilir. 1990’lardan itibaren de devletçi bakış açısı üzerine, “toplum içinde devlet” görüşü ortaya çıktı.

Bu görüşe göre devlet, toplum içinde oluşur ve her şey bir ilişkinin ürünüdür. Devletin var olması için bir toplumun var olması gerekmektedir ve devlet de toplum da çok durağan kavramlar değillerdir.

Kendi içlerinde anlaşmalar, çıkar ilişkileri ya da çatışmaları vardır. Yani bu bakış açısına göre tek bir tasarım yoktur, farklı aktörlerin birbirleri ile olan ilişkilerinden ortaya çıkan bir devlet düzeni vardır.

Günümüzde çoğumuzun bildiği tasarım, dikte edilen bir tasarım anlayışı üzerine kurulu.

Son yıllarda bu tasarım anlayışı, tüm paydaşların bir araya gelmesi ile tasarım sürecine katkıda bulunması anlayışına evriliyor.

Örneğin bir bardağın tasarım sürecinde bardağı üreten, bardaktan bir şeyler içen, bardağı yıkayan gibi tüm aktörler bir araya geliyor ve tasarım sürecinde yer alıyorlar.

Sizce Tanzimat döneminde de bu bakış açısı ile mi reformlar yapıldı?

1990’lardan itibaren tarih araştırmaları da bu yönde değişiklik gösterdi. Tarihsel süreç, aşağıdan yukarıya bakılarak incelenmeye başlandı.

Tanzimat dönemi araştırmaları da bu dönemden itibaren direkt kanunnamelerle ve yönetici elitlerin uyguladığı politikalarla sınırlı kalmak yerine “Hangi gruplar ve sosyal aktörler bu süreçte nasıl görev aldı”, “Reformlara nasıl tepkiler verdi” ve “Reformlar bu gruplar üzerinde ne gibi dönüşümlere yol açtı?” sorularını incelemeye başladı.

Tasarım süreci ve tasarım ürünleri tarih boyunca bir grubun propaganda aracı olarak kullanılmalarıyla karşımıza çıkıyorlar.

Örneğin Birleşik Devletler’in “Seni istiyorum!” (I want you!) diyen Sam Amca’sı ve savaş döneminde kadınları çalışmaya çağıran propaganda posterleri var.

Ya da Hugo Boss’un Nazi askerleri için tasarladığı üniformalarla, Mussolini’nin Sovyet mimarisi karşısında güç gösterisi amacıyla yaptırdığı faşizm mimarisi karşımıza çıkıyor.

Ama günümüzde bilgiye ve karşı bilgiye ulaşmak ya da doğru ve yanlış bilgiye ulaşmak çok kolaylaşmış durumda.

Eski ile karşılaştırırsak teknolojinin gelişmesi baskın grupların iletmek istedikleri mesajları sizce nasıl etkiliyor?

Teknolojinin gelişmesi, baskın grupları etkilemesinin yanında, bu gruplara karşı olan tarafları da etkiliyor.

Bu durumun bizler için iyi ve kötü sonuçları olabilir.

Örneğin dini temelli radikal hareketlere baktığımızda eskiden bir kişi bir grubun içine girip o ideolojiden etkileniyordu. Ama günümüzde artık bir insanın radikalleşmesi için herhangi bir şekilde fiziksel etkileşimde bulunmasına gerek kalmadan bilgisayar karşısında zaman geçirmesi yetebiliyor.

Teknoloji ile birlikte evlerimizde de sosyal medyanın yarattığı bir dünyanın içerisindeyiz aslında. Hem eskisi kadar sosyal değiliz hem de yatak odamızda bile sosyalleşiyoruz diyebiliriz. Bir yandan da bu sürecin bireyleri özgür kıldığı yanları da var. Her türlü fikre evden ulaşabiliyoruz ve bu bir muhalefet alanı yaratabiliyor.

Bu özgürleşme ile “Bir şey yap, insanlara empoze et” fikri geçersizleşmeye, kullanıcı kitlesinin düşünceleri ve tepkileri daha da önem kazanmaya başlıyor. Belki de gelecekte bir tasarım için hedef kitlesinin nasıl tepkiler vereceğini tespit edebileceğiz.

Tarih araştırmasında, kostüm, giysi ya da aksesuarlar tarihi anlama ve yorumlamada nasıl bir referans oluyor ve bu birikim nasıl kullanılıyor?

Moda tarihi üzerine pek çok çalışmalar var. Moda, “kamuoyu” dediğimiz kavramın ortaya çıkışı ile birlikte 18. yüzyılın sonunda ticaretin genişlemesi ve iktisadi gelişmeler sayesinde ortaya çıkan bir kavram.

Osmanlı tarihinde insanların ne aldığını ne giydiğini ve ne yiyip içtiğini araştıran tüketim çalışmaları üzerinden modadan bahsedilmekte. Bu çalışmalar, dönemin tüketim alışkanlıklarını göstermenin yanında bize o toplumdaki güç dengeleri hakkında da bilgi verebiliyorlar.

Mesela bazı nesneler toplumda gücün, statünün ve zenginliğin sembolü olabiliyorlar. Donald Quataert’in derlediği Consumption Studies and the History of the Ottoman Empire (Tüketim Çalışmaları ve Osmanlı İmparatorluğu Tarihi) isimli kitaptaki birkaç makale Lale Devri’nde tüketim ve moda arasındaki ilişkiden bahseder.

Araştırmalarda tüketim toplumunun oluşması Lale Devri’ne kadar çekilir. Osmanlı’da o dönem kültürel ve siyasal olarak Batıdan etkilenmeler oluyor. Bu etkilenmelerle birlikte bahçecilik önem kazanıyor ve bahçe kavramı devlette sahip olunan statünün bir göstergesi haline geliyor.

Dolayısıyla moda dediğimiz şey güç ile de alakalı bir şey. 19. yüzyılın başlarında devlet dairelerine 2. Mahmud’un portreleri asılmaya başlanıyor ve 2. Mahmud erken modernleşmenin bir simgesi haline geliyor.

2. Abdülhamit başa geldiğinde dine uygun olmadığı için portrelerin asılmasını yasaklıyor. Buna rağmen 2. Abdülhamit yaptırılan her saat kulesine, sokaklara, caddelere, Ermeni kiliseleri gibi pek çok yere astırdığı hem İslam hem Osmanlı geleneklerinden ögeler taşıyan tuğrası sayesinde Osmanlı’nın en görünen sultanı olabiliyor.

Tuğrasına ek olarak Osmanlı’nın tanıtımını yapmak, zenginliğini göstermek amacıyla Avrupa’ya gönderilmek üzere Osmanlı tebaasının yaşam tarzlarını, öğrencilerin ve askerlerin üniformalarını içeren fotoğraf albümleri hazırlattırıyor.

Bu dönemde “itidal” anlayışı yerine zenginliği ve ihtişamı gösterme anlayışı başlıyor. Örneğin “Hereke halısı” moda oluyor ve zenginlikle doğru orantılı olarak halıların gösterişliliği de artıyor.

Osmanlı’da moda hem Batılılaşmanın hem de gücün ve servetin göstergesi haline gelebiliyor.

Araştırmanızı yapmaya nasıl başlıyorsunuz ve arşivleri tararken izlediğiniz kriterler ve yöntemler nelerdir?

Kısaca sormak gerekirse bir tarihçi nasıl araştırır?

En başta bir araştırma sorusu ile başlıyorum. Teorik okuma, pratik soru oluşmasına yardımcı oluyor.

Örneğin 1990’larda birkaç çalışma dışında “Tanzimat reformları gerçekten denildiği gibi tepeden inme reformlar mıdır? Tanzimat’ın uygulanmasında bölgesel farklılıklar var mıdır?” sorusunu araştıran çok az sayıda çalışma vardı.

Araştırmamı bu yönde ilerletmeye karar verdikten sonra karşılaştırmak için iki bölge seçmem gerekiyordu ve Osmanlı’nın merkezine yakın Balkanlardan Edirne bölgesini ve Anadolu’dan da Ankara’yı seçtim.

Bu belirlemelerden sonra da arşivde araştırma yapmaya başladım. Bir katalogda yazanı başka kataloglarla karşılaştırarak bu araştırmayı sürdürdüm. Bu süreçte sadece tek bir araştırma sorusu ile kısıtlı kalmayıp kataloglarda karşılaştığım olaylar için de yeni araştırma soruları ortaya çıkarıyordum.

Dolayısıyla arşiv araştırmaları bizlere yeni sorular sormamızda yardımcı oluyor. Örneğin Tanzimat Dönemi’ni araştırırken aşiret iskânları konusu sürekli karşıma çıkıyordu.

Tezime başlarken aşiret iskânıyla ilgili bir sorum olmamasına rağmen, arşiv araştırmasında elde ettiğim belgeler sonucunda konuyla ilgili sorularım oluştu ve bu konu üzerine de çalışmalarda bulundum.

Arşivlerdeki belgelerde devlet taraflı bilgilerin olma ihtimali epey yüksek ve bir belgeyi tutan bir memur, o dönemde rüşvet alıp taraflı bir veri tutmuş olabilir.

Peki, arşivlerden ulaşabildiğimiz bilgilerin güvenirliği hakkında nasıl bir yorumda bulunursunuz?

Günümüzdeki olayları ve toplumları çalışan araştırmacılar bilgiye daha rahat ulaşabiliyorlar.

Örneğin bir sosyolog bir toplumu gözlemleyip, birebir görüşmeler ve anketler yaparak veri toplayabiliyor. Ama tarih araştırması yaparken çok kısıtlı kaynaklar mevcut ve bir tarihçi elindeki ile yetinmek zorunda.

Bu güvenirlik sorununun iki çözümü mevcut. Birincisi, tek bir arşiv ile yetinmeyip başka arşivleri kullanarak ulaşılan bilgiyi kontrol etmek.

Örneğin Tanzimat Dönemi’ni araştırırken o dönem Osmanlı’da bulunan İngiliz konsoloslarının raporlarından ve İngiliz arşivlerindeki belgelerden çokça yararlandım.

Ne Osmanlı ne de yabancı ülkelerin arşivleri tek başlarına güvenilir değiller, sürekli karşılaştırmak gerekiyor. Ama örneğin aşiret iskânı konusunda elimizde sadece Osmanlı Devleti’nin memurlarının tuttuğu kayıtlar mevcut ve bu konuyu incelerken sadece bu kayıtlar üzerinden araştırma yürütmek zorunda kalıyoruz.

Tek bir arşivle yetinilen konularda da o arşivin içindeki farklı kataloglarda aynı konuyla ilgili olarak, farklı aktörlerin yazdığı belgeler karşılaştırılarak araştırmanın güvenilirliği arttırılabilir.

Sizin bir tarihçi olarak bilgiye erişim konusunda karşılaştığınız sorunları ve gelişen teknolojiyi düşünürsek sizce günümüzün tarihsel bilgileri nasıl saklanırsa geleceğin tarihçilerinin işine yarar bir şekilde sunulabilir?

Teknolojinin gelişmesi aslında önceden belirttiğim gibi bizi hem iyi hem de kötü etkileyebilir.

Yakın zamana kadar bizim arşivlerimizde dijital kataloglar bulunmuyordu. Örneğin şeriyye sicillerini görmek için Sultanahmet’teki müftülüğe gitmek zorunda kalıyorduk.

Şimdi ise dijitalleşmenin verdiği bir avantaj ile Osmanlı arşivlerindeki belgelerin önemli bir kısmı artık internet ortamına aktarıldı. Artık bu arşivlere eskiye göre daha kolay ulaşabiliyorsunuz.

Ayrıca günümüzde okur yazarlığın artmasıyla toplumun farklı kesimlerine ait belgeler elimizde kalacak. Ama bir yandan da Çiğdem Maner’in dediği gibi bir arkeolog gözünden düşündüğümüzde dünyanın birçok yerinde savaşlar var ve arşivler yok ediliyor. Örneğin Irak’ta muazzam bir müze vardı ve yok oldu.

IŞİD Suriye’deki arkeolojik mirası yok ediyor. Dünyanın birçok bölgesinde savaş ve bombardıman sonucu neler yok oluyor hiç bilemiyoruz. Bunlara ek olarak devletlerin hangi belgeleri sakladıklarını, hangilerini yok ettiklerini bilemiyoruz.

Tıpkı Osmanlı’nın ve Kuruluş Dönemi Türkiye’sinin bazı arşivlerine ulaşamadığımız gibi belki de yine birçok arşive ulaşamayacağız.

Şimdiye kadar tarihin nasıl tasarlandığını, araştırmalarınızı nasıl tasarladığınızı ya da devletlerin nasıl tasarlandığı üzerine konuştuk.

Tarihin sübjektif bir konu olmasına rağmen konuşmalarınızı hep objektif bir bakış açısı ile yapıyorsunuz.

Peki siz bu sübjektif yapı içerisinde objektif düşüncelerinizi nasıl tasarlıyorsunuz?

Bu aslında tüm sosyal bilimcilerin üzerinde düşündüğü bir konu. Mühendislik, fen bilimleri ve tıp gibi alanlarda yapılan araştırmalarda kesin sonuçlara varılabilirken (ki bu alanlarda da verilerin yorumlanmasına ihtiyaç duyuluyor) esasen sosyal bilimlerde yapılan yoruma dayalı bir iş.

Objektiflikle sübjektiflik arasında nasıl bir denge kurulması gerektiği çok önemli bir problem. Araştırma konusu seçerken de sübjektifsiniz çünkü kendi ilgi alanınıza göre sorunuzu belirliyorsunuz.

Sorunuzu çalışırken, analiz ederken ve birtakım çıkarımlarda bulunurken de belli bir bakış açısından yorumladığınız için de aslında sübjektifsiniz.

Bu konuda kendime Max Weber’in düşüncelerini örnek alıyorum diyebilirim. Weber’in “intersubjectivity” kavramı çalışma konumuza karar verirken sübjektif olduğumuzu ama bir kere sorumuzu sorduktan sonra o soruyu çalışırken kullanacağımız yöntemlerin herkes için anlaşılabilir olması gerektiğini savunur.

Weber’e göre hangi ülkeden veya kültürden olursa olsun bilim insanlarının yaptığımız işi, nasıl çalıştığımızı anlayabilmeleri gerekiyor ve bu bağlamda yöntemlerimizin bir şekilde evrensel olması gerekiyor.

Çalışmalarımızın objektif olması için arşivlerde bize sunulan her belgeye şüpheyle yaklaşmakta, sorgulamakta fayda var.

Bilgileri farklı arşivlerden farklı kataloglardan karşılaştırmak gibi belli kriterlerimizin olmasına ihtiyacımız var.

Tarih anlatımında genellikle ideal olanı anlatmaya bir yönelim mevcut. Tarih araştırmalarında bir doğruluk ölçeği bulunuyor mu?

Bir belgeden herkes farklı bir şey anlayabilir ve zamanla yorumlamalarımız değişebilir. Örneğin bir Rus tüccarının koyun ticareti üzerine yazdığı bir belge aşiret iskânı üzerine yaptığım bir çalışmamdaki düşüncelerimi değiştirdi.

O belgeye kadar aşiret iskânını devlet odaklı düşünmüştüm, o belgeden sonra sorumu değiştirerek aşiret merkezli çalışmamı yürüttüm ve farklı sonuçlar çıkardım.

İskânı merkezileşmeye katkı sağlayan devlete vergi, asker ve güvenlik gibi konularda fayda sağlayan bir unsur olarak düşünmek yerine iskân edilen aşiretlerin vazgeçmek zorunda kaldıkları iktisadi faaliyetlerin hem aşiretler hem de devlet için olan önemini sorgulamaya başladım.

Bu yüzden tek bir belge ile sınırlı kalmamak ve o dönemdeki güç ilişkilerini anlamaya çalışmak lazım.

Yazılı tarih araştırmaları yanında belleğe dayalı sözlü tarih araştırmalar da yapılıyor. Ama bu çalışmalarda biriyle yapılan röportaj sırasında sorulan sorunun soruluş şekli bile gelebilecek cevapları etkileyebiliyor.

Bu tarz çalışmalarda nasıl teknikler uygulanıyor ve toplanan veri nasıl bir süzgeçten geçiriliyor?

Sözlü tarih seneler önce olan olayları kişilerin nasıl hatırladığını anlamak ve analiz etmek için yapılan bir araştırma aslında. İnsanların hafızası ne kadar aynı kalıyor bilemiyoruz.

Bu yüzden sözlü tarih yapmanın çeşitli teknikleri var. Bir kişi ile bir kere mülakat yapmak yerine birkaç defa aynı insanla mülakat yapılabiliyor. Örneğin Yunanistan’da milliyetçiliğin yaratılması hakkında Anastasia Karakasidou’nun bir kitabında bu yöntem izlenilmiştir.

80 yaşlarındaki bir kadın ile mülakat yapılıyor ve kadın, araştırmacıya çok tanıdık olan devlet merkezli tarihi anlatıyor. O kadın ile ikinci defa mülakat yapıldığında yine aynı hikâyeyi anlatıyor ama bu mülakatta araştırmacı bir değişiklik fark ediyor.

Üçüncü defa mülakat yapmak için gidildiğinde mülakat yapılan kişi araştırmacıya bir güven duymaya başladığı için aslında Bulgar olduğunu, Yunancayı sonradan öğrendiğini anlatıp farklı bir tarih kurgusu anlatıyor.

Sosyoloji ve antropoloji alanlarında da benzer yöntemler uygulanabiliyor ama bu sözlü tarih olunca tamamen hafızaya dayalı bir araştırma süreci içine giriyorsunuz.

Tarihte hiç spekülatif çalışma oluyor mu? Olmuyorsa da sizce nasıl olabilirdi?

Bir olayı anlamaya çalışırken spekülatif sorular sormak iyi bir alıştırma oluyor bir araştırmacı için.

Örneğin 2. Meşrutiyet bir ayaklanma ile geliyor. Ordu telgraflar göndermeye başlıyor ve bunun üzerine Abdülhamit 2. Meşrutiyet’i ilan etmek zorunda kalıyor.

Bunun üzerine “Eğer ki Abdülhamit 1908 yılında bir seçim yapsaydı Abdülhamit mi kazanırdı yoksa İttihat ve Terakki mi?” diye Can Nacar’ın bir sorusu vardı.

Böyle bir soru hem ilgi çekiyor hem günümüz ile ilişki kurmamıza yarıyor hem de tarafları anlamamızı kolaylaştırıyor.


Yonca Köksal Koç Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesidir. 19. yüzyıl Osmanlı Tarihi ve Bulgaristan’daki azınlık politikaları üzerine çalışmaktadır. Doktorasını Columbia Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde tamamladı, Amherst College’da doktora sonrası araştırmacı olarak bulundu. Sadrazam Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa’nın Rumeli Teftişi (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2006) ve editörlüğünü yaptığı Avrupa Arşivlerinde Osmanlı İmparatorluğu (Ankara: Vehbi Koç Araştırma Merkezi VEKAM, 2015) isimli kitapları vardır. American Behavioral Scientist, Middle Eastern Studies, Turkish Studies, New Perspectives on Turkey, South East European and Black Sea Studies ve Nationalities Papers gibi uluslararası dergilerde makaleleri yayınlandı. Ayrıca, Türkçe ve İngilizce çok sayıda makale ve kitap bölümleri basılmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir