En büyük tasarım, var olma biçiminin tasarımıdır

Zeynep Direk
Hazırlayan: Hayati Havlucu

Felsefecilerin ve felsefeyle ilgilenenlerin kendilerine özgü fikir yaratması nasıl bekleniyor? Felsefede günümüzde tercih edilen nedir? Bir fikre dahil olmak mı, yoksa kendine özgün bir düşünceyi yaratmak mı?

Aslında hiçbir dilin özel olmadığı gibi hiçbir fikir de özel değildir. Fikirler başkalarıyla paylaşılır. Bu yüzden her fikir, her kavram yaratıcısının imzasını taşır; aynı zamanda insanlığın malı, mirası haline gelir. Sonra başkaları tarafından dönüştürülür ve böylece ortaya bir anlam tarihi çıkar.

Önemli felsefi kavramlara baktığımız zaman çoğunun Eski Yunan’dan, oradaki felsefi faaliyet içerisinde yaratılarak geldiğini görüyoruz. Örneğin; Roma ve Orta Çağ düşüncesi içerisinde, Batı, Aydınlanma ve modern felsefe geleneği içerisinde bu kavramların dönüştüğünü, değiştiğini, farklı anlamlar, farklı bağlamlar, başka kavramlar ile ilişkiler kazandığını görüyoruz.

Her felsefeci kavram yaratmaya çalışan bir düşünme faaliyeti içerisindedir. Bir bakıma günlük dilde kullandığımız bir sözcüğü de kavramsallaştırmak, felsefi düşünmenin bir parçası haline getirmek mümkündür.

Yeni birtakım kavramlar eklendiğinde felsefi anlamda terminolojik bir değer kazanır. Filozoflar bunu yapmaya talipler. Elbette yeni bir düşünce yaratmak, yeni şeyler söylemek gibi bir hedef de her zaman vardır.

Ben var oluştan yola çıkarak felsefi düşünmenin değerli olduğunu savunuyorum; kendi deneyiminden, kendi varoluşundan, kendi imkânlarından yola çıkmak, bunları kavramsallaştırmak… Bu kavramsallaşma içerisinde yeni bir kuram ortaya koymak önemli ve bunu değerli buluyorum.

Çünkü çağdaş felsefe böyle bir şey. Eğer bunu yapmazsak çağdaş felsefe yapamayız. Çağdaş felsefe biraz da çağdaş deneyimleri anlamlandırmakla ilgili bir süreç. Felsefenin elbette klasik problemleri var. Bu problemler bütün felsefe tarihi boyunca biliniyor, üstüne düşünülüyor, düşünülmüş ve düşünülmeye devam edilecek problemler.

Bunların tek bir çözümü yok. Belki de gerçekten hangi çözümün diğerlerinden iyi olduğu hakkında insanlığın bir karar vermesi daha çok uzun zaman alacak. Böyle problemler olmaya devam edecek. Bir de kendi çağımızdan, var oluşumuzdan, deneyimlerimizden kaynaklanan ve üstüne kavramsal olarak derin derin düşünmek istediğimiz başka meseleler var.

Bunlar antik çağdan beri yoktu. Bunlar yeni çıktı. Bunlar nedir ve bunları biz nasıl kavramsallaştırabiliriz? Bunlarla ilgili nasıl bir kuram üretebiliriz? Bu sorular benim için önemli. Ben burada felsefi bir faaliyet görüyorum.

Feminist felsefe nelerle ilgileniyor? Hangi metotları kullanıyor? Hangi noktalarda sosyoloji ile etkileşime giriyor?

Feminist felsefenin soruları, “Toplumsal cinsiyet nedir?”, “Cinsiyet farklılığı nedir?” veya “Cinsel ezilme nedir?” olarak temel alınabilir. Cinsiyetli bir varlık olarak bir insanın ezilmesi, bir sınıfın üyesi olarak ezilmesinden farklı olabilir.

Felsefi bakımdan ele alınması gereken sorular ise “Böyle bir ezilme deneyiminin özgül tarafı hangi koşullar altında meydana geliyor?” ve “Tarihsel olarak hangi anlamda belirlenmiş olabilir?” sorularıdır.

Ben Simone de Beauvoir üzerine de çalışıyorum. Simone de Beauvoir, bence feminist felsefede bu soruyu filozof olarak kavramsallaştırmış ilk düşünürdür. Çünkü, Hegelci diyebileceğim belirli bir tarih felsefesi anlayışı içerisinde, cinsiyet farklılığı meselesini gündeme getirmiş ve cinsiyetli olarak ezilmenin ne demek olduğunu tartışmaya açmıştır.

Kullandığı felsefi kavramlar da tabii ki çağdaş felsefenin kavramlarıdır. Ama Simone de Beauvoir yeni bir felsefi soruyu felsefeye sokuyor. Toplumsal cinsiyet onun kullandığı bir kavram değildir çünkü daha sonra icat edilmiş bir kavramdır. Ama cinsiyet farklılığının aslında biyolojik bir varlığı olmadığını, tarihsel ve toplumsal olarak kurulmuş bir şey olduğunu söylüyor.

Mesela “Kadın doğulmaz, kadın olunur.” dediğinde aslında bugün bizim toplumsal cinsiyet olarak okuduğumuz kavramın bağlamını açıyor. Gerçekte büyük felsefi faaliyet yeni bir soruyu sormak, yeni bir soruyu yeni bir bağlama koymaktır.

Arkasından koskoca bir araştırma geliyor. Bir sürü insan bu bağlamda çalışıyor ve kavramsallaştırıyor. Yeni kavramlar üretiliyor. Elbette bu düşüncenin ontolojik bir arka planı var, epistemolojik bir arka planı var ve belirli bir özne kavrayışı var.

Biz, bugün bunların ne olduğu açığa çıkarmaya çalışıyoruz. Böyle bir felsefenin nasıl bir ontolojiye dayandığını, nasıl bir epistemolojiye dayandığını, nasıl bir siyaset felsefesi yürütebileceğini, nasıl bir özgürlük anlayışı ortaya koyduğunu felsefi olarak tartışıyoruz.

Sosyoloji ile ilişkisinde ise en sevdiğim şey soyut kavramlardan başlamayan bir araştırma olması. Hayatın içerisinden başlayan bir araştırma yani insani pratiklere bakıyor ve aynı insanların kendi pratikleri üzerine kurdukları söylemler, yaptıkları kavramsallaştırmalara kulak veriyor.

Onları bize öğretiyor. Ama bunu yaparken daha evvel ortaya koyulmuş kavramlardan, kavramsallaştırmalardan, problemlerden de faydalanıyor yani somut ile kuramsal olan arasında bir karşılaşma, bir diyalektik, bir ilişki, bir etkileşim oluşturuyor.

Bu yüzden sosyoloji çok değerli. Bu bağlamda felsefenin sosyolojiden öğreneceği çok şey var. Çünkü daha soyut bir düşünme pratiği içine yeni kavramlar ortaya sokuyor. Aynı zamanda da sosyoloji felsefeden besleniyor çünkü felsefe de kavram yaratılan bir alan.

Sosyoloji bu kavram yaratılan alandan sürekli ilham alıyor. Mesela bir kavramı alıyor, kendi bağlamında ve başka kavramlarla ilişkiye sokarak kullanıyor. Bir felsefecinin bir kavramla yaptığı çalışma onun başka kavramlar ile olan ilişkisini, o kavramın nasıl bir tasarım bağlamında bulunduğunu gösteriyor. Ama sosyolojinin aynı kavramla kurduğu ilişki buna çok benzemiyor.

Sosyoloji o kavramı pratik ile ilişkili bir biçimde yeniden kullanıyor. Yeni bir kuramsal tasarım yapıyor ve aslında çok yaratıcı olan tarafı da bu. Sosyoloji içinde bulunduğumuz bağlamı bize öğretiyor. İçinde bulunduğumuz varoluşsal bağlamı, onun tarihsel olarak bir döneme ait diyebileceğimiz yapılarını bize düşünmemizi sağlayan bir biçimde gösteriyor.

Freud’un bazı teorileri cinsiyetçi yaklaşım olarak görülebilir. Bu yüzden bazı teorileri, özellikle kadınları çok rahatsız ediyor olabilir. Sizce Freud’u cinsiyetçi olmadan okumak mümkün müdür? Bu tarz düşünürleri ve felsefecileri başka bir bağlamda anlamak mümkün müdür veya doğru mudur?

Psikanalizi bir takım feminist problemler ve sorularla bir arada ele almak nasıl mümkün olur diye soruyorsunuz. Freud hep cinsiyet farklılığını düşünürken aslında erkek cinsiyetinin psikolojik gelişimini model olarak almakla eleştirilmiştir. Bence cinsiyeti doğal bir veri olarak görmeyelim dediği için Freud gerçekten çok parlak bir düşünür.

Bu açıdan çığır açıcı ve devrim diyebileceğimiz bir yenilik getiriyor. Nasıl Simone de Beauvoir 1940’larda cinsiyeti tarihsel, kültürel ve toplumsal bir gelişimin sonucu olarak okuduysa Freud da cinsiyeti psikolojik bir gelişimin sonucu olarak okumayı öneriyor.

Bu açıdan yeni bir şey yapıyor. Cinsiyeti doğal bir veri olarak almıyor. Freud’a göre, bahsettiğimiz gelişimin sonunda biz heteroseksüel kadın, erkek veya heteroseksüel olmayan lezbiyen bir kadın veya eşcinsel bir erkek oluyoruz. Yani doğal ve fizyolojik birtakım veriler olabileceğini bütünüyle reddetmiyor ama cinsiyeti de buna indirgemiyor.

Bunu tarihi birtakım yapıları itibariyle okumaya, sökmeye çalışıyor. Bunun ne kadar yeni ne kadar devrimci bir şey olduğunu öncelikle teslim etmemiz lazım.

Freud, örneğin Oedipus kompleksinden ya da hadım edilme karmaşasından bahsettiğinde aslında bu yapıları bize anlatıyor. Ama eleştirebiliriz. Bir düşünür çok çığır açıcı bir adım atmış olabilir ama hala sizin de dediğiniz gibi cinsiyet farklılığını nasıl düşüneceğini bulamamış olabilir. Aslında yaptığı açıklama bir cinsiyeti diğerine indirgiyor olabilir.

Mesela, Freud’u cinsiyet farklılığını yeterince radikal bir biçimde düşünememiş olmakla eleştiren düşünürler var. Bu düşünürlerin aslında zamanının etkisi altında kaldığını da söyleyebiliriz. Bu okumaya “dekonstrüktif” veya “çifte okuma” da diyebiliriz.

Hangi açılardan zamanının ilerisindeydi, ama, hangi açılarından yeterince ileri değildi? O çifte okumanın gereklerini yerine getirmeden hakkını teslim edemeyeceğimiz bir düşünür. Örneğin, Freud küçük oğlan çocuğunun gelişimini almış ve onda birtakım modifikasyonlar yaparak kız çocuğunun gelişimini açıkladığını düşünmüştür.

Fakat kız çocuğu gelişimini kendi içerisinde düşünmeyi başaramamıştır. Bu da aslında psikanalizde erkek, “ataerkil” kültürünün bir göstergesidir.

Ataerkil kültür, bu manada cinsiyet farkını indirgeyen bir kültürdür çünkü kadını hep erkeğe göre ve erkek ile ilişkili ve erkekten dolayı birtakım yapılara tabi tutarak düşünebilmiştir. Burada çok enteresan bir tartışma var.

Feminizm içerisinde şöyle okumayı yanlış buluyorum: Freud artık aşılmıştır. Ampirik psikoloji birtakım şeylerin cevabını zaten ampirik araştırmaya dayanarak veriyor. Dolayısıyla Freud’la başlayalım ama fazla Freud’la vakit kaybetmeyelim.

Aslında Freud yanılmıştı. Bu bence indirgemeci bir okuma, çünkü Freud’u eğer anlamazsak daha sonraki tartışmaları da anlamayacağımız düşünüyorum. Mesela feminist felsefenin veya psikanaliz ile ilgili feminist kuramsal düşünmenin içinde meydana gelen kavramsal bazı yenilikleri, Freud’un eleştirisinden nasıl çıktığını düşünebilmek için bile Freud’un ne yaptığını iyi anlamak gerekiyor.

Ürün tasarımının önceki dönemlerinde fonksiyon çok ön plandaydı. Daha sonrasında “Studio Memphis” ve “Alchemy” adlı iki farklı tasarım grubu buna tepki olarak ürünlerinde asla fonksiyon bulunmayacak şekilde tasarımlar yapmaya yönlendiler. Asla oturulmayacak sandalyeler gibi…

Bir duygu uyandırmayı hedeflediler ve bu “Memphis felsefesi” olarak tasarım tarihinde yerleşmiş bulundu. Bu örnekten yola çıkarak felsefe ve tasarım nasıl kesişebilir?

Tasarım felsefecisi Richard Buchanan’ın metinlerini okumuştum. Orada şu fikri gördüm. Tasarım yalnızca bir eşya tasarımı değildir. Aslında sadece eşyaların, araç gerecin tasarımı olarak düşündüğümüzde biz tasarımı basitleştirmiş oluyoruz. Buchanan, “Tasarım öncelikle ilişkilerin tasarımıdır” diyor. İlişkilerin yani insanlar arası ilişkilerin, belki insanın doğa ile ilişkisinin, başka var olanlar ile ilişkisinin tasarımı olduğunu belirtiyor.

Tasarım bu manada bana çok felsefi bir faaliyet gibi geldi çünkü felsefe de böyle bir şey yapıyor. Felsefe bizim başka var olanlar ile ilişkimizin bir tasarımıdır. Tasarım sadece kavramsal da olabilir. Bunun sadece fonksiyon ile ilgili olmadığını, bunun aslında var olma biçimi ile ilgili olduğunu düşünüyorum. En büyük tasarım, var olma biçiminin tasarımıdır.

Duyguyla bunun ne ilişkisi var? Duygu sadece bir öznel hal değil, aslında duygu bir var olma biçiminin rengi ve atmosferidir. Duygu paylaşılan bir şeydir. Bir var olma biçiminin duygusu dediğimizde biz bunun paylaşılan bir şey olduğunu da tasarımdan biliyoruz.

Mesela bir mekânı bir duygu yaratacak şekilde tasarladığımızda, insanların o mekân içinde belirli bir biçimde ilişkilenmesini sağlıyoruz ve kolaylaştırıyoruz. İnsanları belirli bir biçimde ilişkiler kurmaya çağırıyoruz. Bu anlamda ben tasarımın felsefi bir faaliyet olduğunu ve felsefeden ayrılamayacağını düşünüyorum.

Felsefeye de baktığımızda varlık sorusu bütün var olanlar ile ilgili sorudur ve bizim varlığı anlayış biçimimizi, bütün var olanlar ile nasıl ilişkileneceğimizi belirler. Mesela bütün var olanları hammadde olarak görebilirsiniz, kaynak olarak görebilirsiniz. İnsanları bile kaynak olarak görebilirsiniz. Bu bir ilişkilenme biçimidir ama bu ilişkilenme biçimi iyi midir diye normatif bir soru da var ortada. Doğru mudur? İyi midir? Bu bize nasıl bir gelecek açıyor?

Bu ilişkilenme biçimi, tasarımda bütün var olanlar ile ilişki kurma meselesini gelecek problemi olarak ele alıyor.

Felsefede birçok soyut kavram ile çalışıyorsunuz. Bu makale yazma sürecinizde nasıl ilerliyor? Bu süreçteki deneyimleriniz ilerideki deneyimlerinizi etkiliyor mu?

Ben Derrida üzerine tez yazdım. Bu soru karşısında onu hatırlamamam çok zor olur. Onun temel sorusu yazıydı ve bir hiyerarşiye itiraz etti. Bu hiyerarşi, metafiziğin temel kurgularından bir tanesidir; gerçeklik, gerçekliğin zihindeki temsili, bu temsilin konuşma dilindeki söz olarak temsili, bu sözün yazı olarak temsili ve bütün bunlar arasında bir bakıma bir öncelik sonralık ilişkisinin kurulabileceği iddiasıdır.

Yani yazı sözü temsil eder, söz zihindeki fikri temsil eder, fikir gerçekliği temsil eder gibi bir iddiadır. Derrida bunu bozmaya, sorunsallaştırmaya, reddetmeye çalıştı ve dedi ki “Yazı aslında ilkseldir ve kökenseldir.” Ona göre gerçekliğin kendisi de bir yazıya benzer.

Zihinsel etkinliği de bir yazıya benzetebiliriz. Bir bakıma söz ile yazı arasında öncelik sonralık ilişkisi kurmak sorunludur çünkü aslında söz de bir yazıdır. Burada bahsedilen yazı kavramı, bizim kâğıda yazdığımız işaretlerden çok kökensel veya ilksel diyebileceğimiz bir yazı kavramıdır.

Mesela Derrida, Freud’un bilinçdışı tasarımını da yazıya referansla okur. Yazı yaratıcı bir faaliyettir. Bir bakıma bizim gerçekle ilişkimizi de belirler. En azından dile getirir, temsil etmeyi sağlar.

Benim yazma metoduma gelirsek ben düşünceyi seviyorum. Aslında bütün felsefeciler, filozoflar için bunu söyleyebiliriz. Hepimiz yaşıyoruz. Yaşamak bana göre çok güzel bir şey. Bütün acılarına ve sıkıntılarına rağmen yaşamanın çeşitli hazları var.

Mesela güzel bir yemek yediğimizde veya spor yaptığımızda mutlu oluyoruz. Ama entelektüel hazlar da var. Örneğin güzel bir film seyrettiğimizde, güzel bir mekâna girdiğimizde ve o mekân güzel tasarlandığında, bunun bir entelektüel ve estetik haz olduğunu söyleyebiliriz.

Düşünce ile ilişkisinde de anlamaktan haz almak ve anlamak sayesinde bir bakıma yaşamak var. Hayat çok kolay rutin haline gelebiliyor. İnsan her gün aynı şeyleri yaptığından yaratıcı olabildiği, dünyayı, kendini daha iyi anlayabildiği; kendisi bir şey yarattığı, daha iyi gördüğü zaman daha iyi anlıyor.

Çoğunlukla ne anladığımızı ne kadar anladığımızı çok iyi bilemiyoruz. Yazdığımız zaman neleri anladığımızı, neleri anlamadığımızı çok daha iyi görüyoruz. Yazı benim için böyle bir faaliyet. Bir konuyla ilişki kurmaya çalıştığımda, o ilişkimi dışsallaştırdığımda problemleri daha iyi görüyorum.

Bağlantıları daha iyi görüyorum ve neyin üzerinde daha çok çalışmam gerektiğini görüyorum.

Yazı zaten önceden kurulmuş bir temelin dile getirilmiş bir temsili, ikincil bir ifadesi değildir. Yazı benim anlama ve gerçeklikle ilişki kurma deneyimimin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu anlamda, kendimi hala Derrida’nın bir takipçisi olarak görüyorum.

Yazının, gerçeklikle kurduğum ilişkinin ve kendi zihinsel etkinliğimin bir parçası olduğunu düşündüğüm için yazı benim için bir akıştır. Bir tecrübe yaşamaktır. Bir akışa girmektir. Kendimi bu akışın içerisinde başkalarını daha iyi anlamış ve birtakım öneriler oluşturmuş bir biçimde buluyorum.

Bu bana iyi geliyor, beni mutlu ediyor ve bana haz veriyor. Hatta yaşamak için daha çok sebep veriyor.

Düşünce, akıl gibi kavramlar aslında insan olduğumuz için bize bahşedilmiş şeyler olarak görülüyor. Bunlar uçsuz bucaksız olarak tanımlanıyor.

Bütün yaratıcılığımızı, dünyaya koyduğumuz bütün farkı, diğer canlılardan ayrımımızı bunlar üstünden sağladığımız düşünülüyor.

Sonra da bu kavramlar felsefe, tasarım gibi belirli disiplinlere bağlanıyor, kamçılanıyor, sistematikleştiriliyor, kısıtlanıyor ve belirli şeylere karşı kapatılıyor.

Bu sistematikleşme özellikle felsefe disiplininde, farklı düşüncelere, yaratıcılığa, ilhama ne kadar yardımcı oluyor ve hangi konularda onu kısıtlıyor?

Bizim kurduğumuz entelektüel yapılar farka ne kadar izin veriyor? Gerçekten de farkların ortaya çıkması gibi bir problemden söz edebiliriz. Farklar, doğada mevcut ve çok çeşitli farklılıklar var. Fakat bizim söylemimiz, kavramlarımız, dilimiz bu farklılıkların bir kısmını anlamsızlaştırıyor, önemsizleştiriyor olabilir.

Görmememizi, dikkate almamamızı sağlıyor olabilir. Kavramlar kuramlarımızın, teorik etkinliğimizin ve kültürümüzün içinde inşa edilir. Ancak kültürler de söylemler, normlar; pratiklerden müteşekkildir. Kavramlar birtakım farklılıkları yüklüyor ve onların belirmesini sağlıyor olabilir.

Mesela saçımız uzun olabiliyor, kısa olabiliyor; gözlerimiz çeşitli renklerde olabiliyor.

Doğal olarak baktığımızda herkes birbirinden o kadar farklı ki… Ama örneğin neden cinsiyet farklılığı önemli olmuş, niye diğer farklılıklar arka planda kaybolurken ve göze batmazken bazı farklılıklar bu kadar önem kazanmış?

Bunların önem kazanmasının sebebi kültürel olabilir; kültürel pratikler, inançlar, normlar olabilir veya felsefi birtakım kurgular, metafizik birtakım kurgular olabilir. Yani felsefe tarihinin de buna benzer bir iş yaptığını düşünebiliriz. Mesela akıl gibi bir fark anlam kazanmış.

Biz insanlar, başka canlılardan daha akıllı varlıklarız diyoruz. Ama bazı hayvanların beyinleri de evrim içerisinde başka yönlerde gelişmiş. Bizim yapamadığımız şeyleri bizden daha iyi yapıyor olabilirler.

Bazılarının kısa süreli hafızaları, insanın kısa süreli hafızasından çok daha iyi olabilir. Ama biz bahsettiğim iyiliği de indirgiyoruz çünkü insan ve hayvan arasına tek bir çizgi çekiyoruz, insan-hayvan diye bir karşıtlık oluşturuyoruz. Bu çizgi, var olan bir sürü farklılığı görmememize neden oluyor ve bizi körleştiriyor.

Felsefede adına mantık diyebileceğimiz bir sistematik düşünce var. Argümanlar belirli sıralarla kuruluyor.

Bunların tekrarı ve yapısı, düşüncemizin geçerliliği için büyük önem taşıyor. Ama bu mantık çerçevesinden çıktığımızda çok daha özgür bir düşünce metodu da bulmamız mümkün.

Belki doğruya değil de gerçeğe yakın şeyler yaratıyor olmamız mümkün. Sizce sistematik düşüncenin, özgür düşünceye olan etkisi nedir?

Nietzsche’den ilham alarak yanıt vereyim: Mantık, kavramsal ve sistematik düşünme bir bakıma hayatı şematikleştirmeyi ve kolaylaştırmayı sağlıyor. Yaşamın daha karmaşık olabilecek güçlerini daha iyi denetlemeyi, daha iyi kontrol altına almayı sağlıyor. Ama örneğin sanat bu çerçeveye sıkışmıyor.
Sanat, Nietzsche’nin “görü” dediği bir alanda.

Sanat, birtakım sınırlamalar veya kısıtlamaların dışında bir yaratıcı faaliyet açıyor. Deleuze’ün, “Felsefe kavram yaratır, kavramlar ile çalışır ama sanat duygular ile çalışır.” iddiasını da bununla ilişkilendirebiliriz. Bazı deneyimler, mantığın ve sistematik düşüncenin alanında çok iyi ifade edilemeyebilir.

Edebiyat, sanat, görsel sanatlar bunun için var. Bir film seyrettiğimizde o filmde ele alınan problemi felsefi bir biçimde tartışabiliriz, felsefi olarak kavramsallaştırabiliriz. Ama yaptığımız şey, o filmi izleyen bir insanın o meseleyle kurduğu duygusal ilişki kadar açılım getirmeyebilir.

Edebiyatta da görsel sanatlarda da bir düşünme var. Bu düşünme kavramsal düşünmeyi aşan bir nitelikte ve kavramsal düşünmenin giremeyeceği birtakım derinlikleri, imkanları da işaret ediyor.

“Ph.D.” unvanını Türkçeye “felsefe doktoru” olarak çevirebiliriz. Bu unvanı alabilmek için bilimsel metotları takip eden bir araştırma yürütmek gerekiyor ancak her disiplinde aynı bilimsel metotlar ve sistematik düşünce kullanılıyor.

Tasarım gibi disiplinler için daha uygun metotlar olabileceğine dair tartışmalar devam ediyor. Bu metotların tasarım ile ne kadar ilişkili olduğu hakkında çok büyük tartışmalar da var.

Felsefeden yani düşünce biliminden çıkan sistematik metotların, tasarım gibi biraz daha yaratıcı disiplinler ile ilişkilendirildiği noktada daha üst bir düşünce metodu olabilir mi?

Felsefe bir üstüne düşünme faaliyetidir böylece bir etki meydana getirir. Bir deneyimin üstüne, başka birisinin yarattığı kavramsal bir yapı üstüne, bir tasarım üstüne düşünmek açımlamayı hedefler. Hegel “Minerva’nın baykuşu yalnızca alacakaranlıkta uçar.” demişti.

Felsefenin bir metaforudur buradaki baykuş. Bütün gün geçmiş, olanlar olmuştur ve hava karardığında baykuş harekete geçer. Yani olan biten, zaten olmuş olan, zaten ortaya çıkmış bir ürün üzerine konuşur.

Aynı şey tasarım üzerine düşündüğümüzde edebi bir ürünü kuramsallaştırdığımızda, bir sanat eserini felsefi bir bağlamda yorumladığımızda gözlemlenir. Söz konusu olanlar üzerine dönmek ve konuşmak, onları yorumlamak, açımlamaktır.

Tabii burada bir performans var. Aslında sanatlar ve üretilmiş olanlar ile ilişkisi içerisinde felsefi bir performans var. Bütün üretim, kavramsal bir denetim altına alınmalı mı emin değilim. Fakat üretime eşlik eden bir kavramsal yorumlama faaliyeti olmalı ve olacaktır.

Bu zenginleştirici bir şey. Ama bütün üretimi, bir deli gömleği gibi önceden üretilmiş bir şey içine sığmaya zorlamak sanatın özüne aykırı. Çünkü her sanat, her tasarım bir yenilik getirmek zorunda.

Yenilik, önceden var olan şeyin yasasına bir itiraz olmak zorundadır. Yani yenilik kendi yasasını ortaya çıkarmak zorunda. O yasanın da ne olduğunu, anlamını, sınırlarını tartışacak bir felsefi faaliyet olmalı. Bu faaliyet, filozofu düşünmeye davet eden yeni bir çerçeve çıkarır ortaya.

Önceden var olan kuramlar, paradigmalar zaten hep elde mevcuttur ama bunlar itiraz edilmek, sorgulanmak, aşılmak içindir. Yoksa ortaya yeni diye bir şey çıkmaz, her şey tekrara döner.

Tekrarın da belirli bir değeri var. Tekrarın da mükemmelini yapabilirsiniz ama yeninin ortaya çıkması, yeni bir yasanın ortaya koyulmasıdır.

Hem kavramlardan hem de insani ve çağdaş meselelerden beslendiğinizi söylediniz. Bir felsefeci insani ve çağdaş meseleleri nasıl sistematik bir düşünce haline getirir?

Kendimi çağdaş felsefeci olarak gördüğüm için, benim için önemli bir soru. Çünkü yeni birtakım deneyimler var. Örneğin siyasi bağlama baktığımızda birtakım problemlerin geçmişte de var olduğunu görüyoruz.

Mesela Foucault, çağdaş bir düşünür ve egemenliği sorguluyor. Klasik egemenliği “biyoiktidar” ile karşılaştırıyor. Modern çağda iktidarın, biyoiktidar biçimini aldığını söylüyor.

Bunun aslında nasıl tasarlandığını, bu tasarımın aslında geçmiş egemenlik tasarımından nasıl farklı olduğunu gösteriyor. Ama günümüzde çağdaş felsefe ile ilgilenen birisinin bugünkü teknolojik gelişmelere bakması gerekir.

Foucault 1984’te öldü. Bugün artık robotlar var.

Teknolojinin bugün ulaştığı noktada yapay zekâ ile, bunun dar veya genel olma imkanları ile birlikte iktidar anlayışını da yeniden düşünmemiz gerekmez mi?

İnsanlık bu teknoloji tarafından nasıl değiştirildi? Siyaset bununla ilişkili olarak nasıl değişti? Bu yeni bir düşünmeyi, yeni bir kuramı çağırmalı. Ortaya, “Buna artık biyoiktidar demeli miyiz, dememeli miyiz?” diye bir soru çıkmalı.

Yani insanlığın yeni deneyimlerini alıp felsefenin daha önce bildiği problemleri mesela iktidar problemi, egemenlik problemi, demokrasi problemi gibi başka problemlere bakılmalı. Bunların bu bağlamda neye dönüştüğü, nasıl yeni bir biçimde sorulabileceği, nasıl yeniden kuramsallaştırılabileceği sorgulanmalı.

Çağdaş felsefe bunu yapmak istiyor. Bu yüzden çağımızın düşünürlerinin ne dediğini merak ediyoruz. Felsefe tarihçisi de olabilirsiniz. Aristoteles’in eserlerini yorumlamakla da kendinizi sınırlayabilirsiniz. Veya Descartesçı bir düşünür olabilirsiniz, uzmanı olabilirsiniz. Ama çağdaş felsefe sadece Heidegger veya 20. yüzyılın bir düşünürü ile ilgili derin bilgi sahibi olmak değil çağının problemleriyle ilgilenmektir.

Daha önceki kavramlar ile ilişkilendirilmeyen bir felsefe mümkün olabilir mi?

Düşünce aslında kalın bir şeydir. Gündelik hayatımızda bunun çok farkında değiliz. Düşünme dilden bağımsız değildir. Yazı, söz gibi kavramlar da biz onları düşündüğümüz zaman bizde dilsel varlıklarıyla bulunuyorlar.

Bunların bir tarihi var. Bu tarihten bihaber olduğunuz zaman aslında geleneğe esir düşebilirsiniz. Kavramlar, bize anlam tarihinden miras kalmıştır. Hepsini biz yaratmadık, bize onlar dil aracılığıyla verildi. Bunlar başkalarının yarattığı şeyler ve biz de bu mirasın taşıyıcısıyız.

İnsanlığın mirasının taşıyıcısıyız. Bu tarihten bihaber olunduğu zaman yeni bir şey yaratıldığı sanılabilir ama çoğunlukla yeni bir şey olmuyor. Amerika’yı yeniden keşfetmek gibi bir şey oluyor.

Birtakım problemleri iyi tanımak lazım ki neyin yeni olup olmadığını bilelim. Tasarım tarihi için de aynı şey söylenemez mi? Bu tarihi bilmezsen kendini çok devrimci, yepyeni bir şey yapıyor sanabilirsin. Halbuki hiç yeni olmayabilir.

Felsefede de düşünmede de aslında aynı şey geçerli. Birtakım problemleri öğrenmek, bilmek, bu mirasa karşı bir sorumluluk taşımak zorundayız.

Aslında Levi-Strauss’un dediği gibi, “Hep ne bulduysa onunla inşa eden bir yapı ustası (bricoleur) gibiyiz.” Ama kendimizi hep yepyeni bir malzeme kullanarak bir yapı inşa eden bir mühendis sanıyoruz. Mühendisler daha evvel kullanılmamış bir malzeme kullanır.

Düşünmek öyle değildir. Biz daha evvel kullanılan malzemeyi kullanıyoruz. Bunun farkında olmamız gerekiyor.

Robotların insani bir hisse yaklaştırılmaya çalıştığını biliyoruz. İnsan-hayvan arasındaki ayrımdan da bahsetmiştik. Bu çaba, robotların üzerinde insansılaştırma üzerinden hakimiyet kurmak için midir? Bunu felsefi anlamada nasıl okuyabiliriz?

Bu çok önemli bir felsefi problem. Son yıllarda insan-hayvan meselesiyle ilgili sorgulayıcı ve dikkate değer çalışmalar yapıldı. Aslında son 30 yıla bakarsak çevre felsefesinin gelişmesiyle, hayvan özgürleştirme hareketi içerisinde, etik araştırma alanı içerisinde insan-hayvan ayrımını net bir biçimde birbirinden ayıran ve bir hiyerarşi kuran düşünmeyi sorgulayabildik.

Fakat bu yetmiyor. Şimdi üzerine düşünülmesi gereken şey, insan ve yapay zekâ veya yaşam ile yaşam olmayan arasındaki çizgiyi nasıl çektiğimizi belirlemek. Bunu şimdiye kadar pek düşünmedik. Birdenbire ortaya birtakım tasarım ürünleri çıktı.

Aslında kurduğumuz kavramsal çerçeve de şu an sağlam değil ve sorgulanmaya açık. Yeniden tasarlanması gereken felsefi meseleler ile bakış açımızı yeniden tasarlamak zorundayız.

Biyolojik veya yaşam olan zekâ ile yapay zekâ arasında ne fark var? Teknik veya tıbbi bir dille farkları anlatabiliriz. Ama etik ve politik statü açısından bunlar arasında nasıl bir ilişki ve fark var? Örneğin Suudi Arabistan Sophia’ya vatandaşlık verdi. Vatandaşlık politik bir statüdür. Yapay zekâ vatandaş oldu.

Vatandaş demek haklara hakkı olan yurttaş, kişi demektir. Örneğin yapay zekâ varlığının bu haklara sahip olmasına veya olmamasına neye göre karar vereceğiz? Bunlar birtakım algoritmalar ile düşünüyor. Belki biz de birtakım algoritmalar ile düşünüyor olabiliriz.

Yapay zekâ ile aramızda düşünmek açısından bir fark var mı? Belki onlar bizim yapamadığımız şeyleri yapıyorlar. Onlar ile ilişkimizin ne olduğu konusunda büyük bir kavramsal belirsizlik içinde bulunduğumuz bir çağda yaşıyoruz. Felsefe en çok burada lazım. Bu çağda.

Bu çok önemli güncel bir problem. Gelecekle ilgili bir problem. Tasarım şu an büyük bir açılım yaptı. Bu varlıkları ortaya çıkardı. Ama felsefi, etik ve siyasi çerçeve henüz geride ve geriden gelecek. Birtakım kavramsal sınırların çizilmesi lazım.

Bu sınırların nasıl çizileceğine dair büyük bir belirsizlik var. Bu konuda karar veren sadece yapay zekâ üzerine çalışan mühendisler değil. Etik, hukuk veya siyaset felsefesi alanında verilecek kararlar aslında geleceği belirleyecek. Burada felsefeye çok ihtiyaç var.

Çok güncel ve çok önemli bir mesele. Sınırları ve ilişkiyi nasıl kuracağız? Birtakım teknolojik gelişmeler oluyor ama belirsizlik içerisindeyiz. Kavramsal bir belirsizlik içerisindeyiz.


Zeynep Direk 1998 yılında Memphis Üniversitesinden doktorasını tamamlamış, 2014 yılına kadar Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümünde öğretim üyesi olarak görev almıştır. 2014’ten beri Koç Üniversitesi Felsefe Bölümünde öğretim üyesidir. Derrida Critical Assessments (Routledge, 2001) ve A Companion to Derrida (Blackwell, 2014)’nın editörüdür. Başkalık Deneyimi (Yapı Kredi, 2005) adlı bir kitabı vardır. Feminizm, kıta Avrupası felsefesi, siyaset felsefesi ve etik alanında Türkçe, İngilizce ve Fransızca çok sayıda makale yayınlamıştır. Cinsiyetli Olmak (Yapı Kredi, 2004), Sonsuza Tanıklık (Metis 2003), Dünyanın Teni (Metis 2003), Jean-Paul Sartre: Tarihin Sorumluluğunu Almak (Metis, 2010), Irk Kavramını Kim Etti? (Metis, 2001), Çağdaş Fransız Düşüncesi (Epos, 2004), Levinas Okumaları (Pinhan, 2011), Platon’un Eczanesi (Pinhan, 2011) gibi birçok Türkçe derleme kitabı yayına hazırlamıştır. Zeynep Direk Cogito’nun yayın kurulu üyesi​, Avrupa Kültür Parlamentosu Türkiye temsilcisidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir