Sanatta Önemli Olan Süreçtir

İz Öztat
Hazırlayan: Sinem Şemsioğlu

Eğitimimizde sanat, bilim ve tasarım birbirinden ayrı olarak değerlendiriliyor olsa da aslında kesişen, yöntem ve ortaya çıkardıkları ürünler anlamında benzerlikleri olan, benzer mantıklar izleyen disiplinler.

Fakat yine de hangisi hangisinden nasıl öğrenir bilemiyoruz. Sizce tasarım sanattan neler öğrenmeli, nasıl bir şeyler kazanmalı?

Aralarındaki en büyük fark herhalde tasarımın -eleştirel tasarımdan bahsetmediğimiz durumda- birtakım gündelik ihtiyaçlara, işleve yönelik çözüm üretme derdinin olması. Sanatta ise işlev birincil motivasyon değil.

Sanatçının kendisi için belirlediği bir dert var, o derdi hayatı boyunca ele alıyor ve onunla ilgili bir bakış açışı oluşturuyor. Dolayısıyla sanatın motivasyonu aslında sanatçının toplumla olan derdini ve bireysel konumunu müzakere etmesine yardımcı olacak ifadeyi bulmaya çalışması. Hâlâ disiplinlerin bu kadar net bir şekilde ayrılmış olması, içinde yaşadığımız dünyada bu kadar çok iç içe geçmişlik ve diyalog talep eden süreç varken beni şaşırtıyor.

Özellikle de eğitimde. Bu ayrılık da eğitim sisteminden kaynaklanıyor zaten. Eğitimde bu disiplinler iç içe geçebildiğinde daha sonraki süreçlerde de birlikte ilerlemeleri kolaylaşacak. Tasarımın sanattan neler öğrenebileceğini bilmiyorum ama kurguladığımız öğrenme ve üretme süreçlerinde diyalog içinde olabileceğimiz ortamları oluşturmak gerekiyor diye düşünüyorum.

Bütün disiplinlerin birbirinden öğrenebileceği ve birbirlerinin konvansiyonlarını sorgulayabileceği durumlar var ama bunun gerçekleşebilmesi için diyaloğa olanak sağlayacak kurgular gerekiyor. Tabii ki sanatta her zaman eleştirel bakma var.

Olan bir sorunu çözmeye yönelik değil, sorunun farklı açılarını görmeye yönelik bir ifade geliştirme derdi var. Sanat tuhaf, belirsiz ve dile gelmesi zor olsa da deneyimlendiğinde bizi tam olarak tanımlayamadığımız duygular içerisinde bırakarak işliyor.

İstanbul Bienali’nin etkin hale geldiği yılların küreselleşmenin yaygınlaştığı, ekonomik liberalleşmenin vurgulandığı ve yeni hayat tarzlarının benimsetilmeye çalışıldığı bir döneme denk geldiği görülüyor.

Türkiye’de düzenlenen uluslararası festivallerin ve özellikle İstanbul Bienali’nin küreselleşmeyi göstermeyi, yaymayı amaçladığını söyleyebilir miyiz?

Kültürün ve sanatın sermaye ve siyaset tarafından bir araçsallaştırıldığını düşünüyor musunuz?

Sanatın araçsallaştırılması dünyanın her yerinde farklı şekillerde kesinlikle oluyor.

İstanbul Bienali, Türkiye’nin kapalı bir ekonomi ve toplum olmaktan çıkıp dünyayla biraz daha ilişkilendiği ve finansa yönelik bir ekonomiye evrildiği noktada hayata geçiyor ve şehir pazarlama, Türkiye’nin dünyadaki algısını dönüştürme gibi birtakım işlevler için araçsallaştırıldığı oluyor.

Sanat bağlamı içinde üreten birisi olarak benim sahiplenebileceğim şöyle bir etkisi de oluyor: İstanbul Bienali başlayana kadar Akademi’nin ortamdaki etkisi çok baskın, tek otorite. Fransa’da yirminci yüzyılın başında oluşturulmuş bir model üzerine kurulmuş bir yaklaşımı var ve hâlâ aynı yaklaşımda ısrar ediyor.

Yani sanattaki yeni eğilimleri, dünyada olan değişimleri takip etmeyen ama kontrolü elinde bulunduran bir yapı. İstanbul Bienali’nin şekillenmesi ve deneyimlenmesi ile sanat, Akademi’nin ve bu tür bir yaklaşımın kontrolünden kurtuluyor ve farklı bir sanat algısı, yapma şekli, düşünme şekli oluşuyor.

Sanatçının atölyesinde sanat yapan; izole, romantik dâhiden daha eleştirel, toplumsal meselelerle ilişkilenebilen, gündelik hayatla cebelleşen, kendi tarihiyle hesaplaşan bir kişiye evirilmesinde çok önemli bir rol oynuyor.

Bir yandan da Avrupa’da son 20 yılda katılımcı sanat çok fazla destek görüyor. Özellikle de sosyal devletin çekilmesinden bu yana. Mültecilerle proje yapın, periferide çalışın hemen destek buluyorsunuz çünkü devlet bu işleri kendi yapmıyor. Bunu sanatçıya ihale ediyor aslında. Sanat birçok şekilde araçsallaştırılıyor ve fonlar ile yapıldığı sürece de bu hep olacak.

Önemli olan senin sanatçı olarak bunu nasıl müzakere ettiğin, kendi duruşunla içinde ürettiğin bağlamı nasıl örtüştürdüğün.

Hepimiz için bu çelişki geçerli, ben de bu çelişkiyi içeren bir süreç içinde çalışıyorum. Mesela, Fatma Belkıs ile birlikte yaptığımız “Suyu Kim Taşır” işinden bahsettiğimizde ilk gelen soru, birçok endüstri yatırımı olan bir sermayenin desteklediği bir bağlamda bu işi yapmakla ilgili oluyor.

Güncel sanat içinde üretmeyi, kurumlarda olmayı kabul ettiğim andan itibaren bu kaçınılmaz benim için, farklı şekillerde devamlı müzakere etmek zorundayım. Çelişkisiz, temiz bir pozisyon maalesef mümkün değil ama bununla ilgili konuşuyor ve alternatif alanları var ediyor olmak önemli.

Yaptığınız işlerde sizce bir duygu tasarlamak mı daha ön planda yoksa bir fikri iletmek mi? Bir iş yaparken duygunun yeri nedir?

Çok farklı mecralarda çalışmama rağmen genelde üç boyutlu oluyor yaptığım işler. Bu, seyirci için işle fiziksel bir karşılaşma demek. Fiziksel karşılaşmada da beş duyumuz devreye giriyor. Dolayısıyla o işin yaratacağı duyguyu düşünürken de aslında beş duyuyla deneyimlenecek bir şey yapıyor olduğumun bilincinde oluyorum.

Bu deneyimde boyut, renk, koku ve bütün bunların hafızada harekete geçirdikleri devreye giriyor. Etkilerini kontrol edemememize rağmen, yaptığımız her seçim aslında işle karşılaşan kişiye bir deneyim öneriyor ve bu herkes için çok farklı olabiliyor.

Mesela, “Suyu Kim Taşır” işinin parçası olan sepetin yerel (vernaküler) malzeme kullanımı sayesinde farklı kişilerde duygudan ziyade farklı hafızaları devreye sokacağını biliyorduk.

Karadeniz’den biri orada fındık dalını görünce gündelik hayatından tanıdığı bir malzemeyle karşılaşıyor. Sanatın kendine has malzemeleri (taş oyma, mermer gibi), bildiğimiz teknikleri ile değil gündelik yaşamın içinden seçilmiş malzemelerle çalışıldığında herkesin hayatının bir yerinde sanat dışında karşılaştığı bir gerçeklikle ilişkiye geçebilmesi mümkün oluyor.

Bu açıdan yerel (vernaküler) malzeme kullanmayı önemsiyorum ben. Çünkü malzemenin kendisi bir hafızayı devreye sokuyor.

WCWSScapegoat
Suyu Kim Taşır I Günah Keçisi
İz Öztat ve Fatma Belkıs (2015)
Fındık dalları, keçiboynuzu, çaput
14. İstanbul Bienali’nden görüntü.

Söylediğim hiçbir şeyi sanat adına söylemiyorum, sadece kendi adıma konuşabilirim. Bu öznel bir pratik ve her sanatçı için farklı olacaktır. “Suyu Kim Taşır” işinde, süreçte edinilen deneyim, araştırma ve üretime dair oluşturulan kriterler çok önemli bir parçası ama seyirci sonunda ortaya koyduğunuzla karşılaşıyor ve bur karşılaşmada bir duyguyu kurgulamakta olduğunuzu biliyorsunuz.

Bu illa tanımlanabilir “Şu duyguyu yaratmak istiyorum.” gibi bir yaklaşım değil. Mesela sergiye gelen anne ve kızı teksir makinasıyla karşılaşıyor. Belki annenin hafızasında teksir makinesinin bir yeri var ama kızı için hiçbir anlam ifade etmiyor.

Yani işin bir parçası her seyirci için çok farklı, birtakım alanların açılmasına yönelik, tam da tanımlayamayacağımız, nerelere götüreceğini bilmediğimiz bir deneyim kurgulamak. Etki ne olacak, bu ne sonuç yaratacak? Sanatta bunları tanımlamak, belirlemek, önceden bilmek çok mümkün olmuyor ama bir sanatçı hayatı boyunca çalışarak bunu kendi adına hep daha iyi bir şekilde çözmeye çalışıyor sanırım.

Genel olarak sanat işlerine baktığımız zaman izleyicinin kontrol edilmesi bir sanatsal iş olabilir mi? İzleyici kontrol edilirse bu bir sanat işi diyebilir miyiz?

Bu çok farklı şekillerde olabilir. Bazı sanatçılar, önceki soruyla da bağlantılı olarak, duyguyu kontrol etmeyi hedefliyor. Mesela sinema bunun üzerine kurulu bir sanat. İnsanları kontrol etmenin yolları belli ve bunu yapmak çok da kolay aslında. Dolayısıyla bazı sanatçılar kontrol etmek konusunda ustalaşıp bu kontrolü etkili kullanmayı önemseyebilir.

Ben öyle çalışmıyorum, ben malzemeyi de kontrol etmeye çalışmıyorum. “Suyu Kim Taşır” işinde sepeti yaptık, sepet iki ayın sonunda şekil değiştirdi. Organik malzeme kullanmayı seçtiğimizde malzemenin doğasına teslim olmamız gerektiğini biliyorduk. İşin bir başka parçası olan ve bitkilerle boyanan tülbentler soldu. Birçok seçim yapıyorsun: Malzemeyi kontrol ediyor musun? Seyircini kontrol ediyor musun? Bunlar sanatçı olarak hep senin tavırların.

Ama kontrolün deneyimlendiği bir iş yapıyor olabilirsiniz. Tania Bruguera’nın Tate Turbine Hall’da yaptığı “Tatlin’s Whisper #5” (Tatlin’in Fısıltısı #5) adlı bir iş var mesela. İngiltere’de polisler kalabalıkları kontrol etmek için atla geliyorlar biliyorsunuz.

Turbine Hall’da, ne zaman belirecekleri duyurulmadan, birdenbire atlı polisler beliriyor ve seyirciye müdahale etmeye başlıyor. Kontrolle ilgili bir iş dediğinizde bu aklıma geliyor. Hiç beklemediği bir anda seyirciyi devletin kullandığı çok agresif bir kontrol mekanizmasıyla karşı karşıya bırakıyor galeride.

Dolayısıyla sanatçının kontrolle çalışmasının bir konu olarak ama bir yandan da bir tavır olarak farklı örnekleri var. Ben ne izleyicide bırakacağım etkiyi kontrol etmeye çalışıyorum ne de malzemeyi. Onlarla süreç kurgulamayı seviyorum. Ortaya çıkan bazen hayal kırıklığına da uğratabiliyor ama bu bilinçli bir tercih.

Bienallere ya da sanat galerilerine gidip oradaki sanat eserlerine baktığımızda bir tarafta anladığımız, algılayabildiğimiz, tüylerimizi diken diken eden, belli değer yargılarımızla örtüşen eserler, diğer tarafta ise bakınca anlayamadığımız ve estetik anlamda değerlendirdiğimiz ancak sonrasında sanatçının yazdığı açıklamayı okuyunca anlamlandırabildiğimiz eserler var.

Sanat eserini gören biri anlamalı mı yoksa sanatçı açıklamalı mı?

Bu çok eski ve sanata içkin bir soru. Benim düşüncem sanatın açıklanmasına gerek olmadığı. Bir eserin deneyimlemesinin ön koşulunun seyircinin belirli bir anlam ve sonuç çıkarması olarak tanımlanmasına karşıyım.

Mümkün olduğunca izleyicinin işi öznel bir şekilde algılamaya, deneyimlemeye açık olduğu durumları arzuluyorum. Bazen sergi deneyimlerinin kurgulanışında, kurumlar sanatın algılanabilir olmasını dayatıyor. Genellikle, bir kurumun aracılık ettiği, nasıl deneyimleneceğine dair kararlar verdiği süreçlerle halkla buluşuyor sanat.

sanat
WCWSInstallationViewSharjah
Suyu Kim Taşır I Özgür Akacak
İz Öztat ve Fatma Belkıs (2015- 2017)
Bitkilerle renklendirilmiş ve tahta baskılı tülbentler, palmiye yaprağı sapları
13. Sharjah Bienali’nden görüntü

Bunun için kurumun veya sanatçının aracılığına başvuruluyor. O metinlerin çoğu sanatçı tarafından yazılmış olmuyor. Tabii sanatçıdan gelen bir miktar veri oluyor ama hep bir kurumun aracılık ettiği, nasıl deneyimleneceğine dair kararlar verdiği süreçlerle halkla buluşuyor sanat.

Zaman içinde daha farklı tavırların gelişeceğini umuyorum. Sanat kutsal ve seyirciye anlatılması gereken bir şey olmaktan ziyade seyircinin deneyimi ile yaptığı bir yapıt. Bu 60’lardan beri devam eden bir tartışma. Roland Barthes’ın “Yazarın Ölümü” metni, eserin okumasının yazarda değil okuyucuda olduğu yaklaşımını öneriyor. Umarım bu görüş daha çok oturacak zaman içinde.

Sanatçının niyetinin belirleyiciliği, sanatçıdan sanatçıya farklılık gösteren bir şey. Bazı sanatçılar işlerinin oluşum sürecini, kararlarının sebeplerini açıklamayı seviyor. Fakat iş görüldüğünde bütün bu bilgiyle birlikte görülmüyor.

Onu yapmayı seçen sanatçıları da anlıyorum ama nafile bir çaba aslında bu çünkü önemli değil senin neyi düşünerek yaptığın, neticede birileri algılayacak ve ne isterlerse onu algılayacaklar.

İzleyicinin deneyimlerinden faydalanarak izleyicinin sanat eserini algılaması, anlaması gerektiğini söylüyoruz.

Bu deneyimler için de bizim bir hafızaya ve bilgi birikimine ihtiyacımız var ama günümüzün politik koşulları hafıza kültürlerimizi, hafıza mekanlarımızı yok ediyor.

Bir şeyler siliniyorken sanatçı hangi hafızayı kullanabilir?

Harika bir soru. Hafıza silinmeye çalışılıyor ama bedensel olarak hep kalıyor. Ayşegül Altınay ve Fethiye Çetin’in Torunlar kitabını örnek vermek istiyorum. Ermeni ailelerin kendi çocuklarına aktaramadığı deneyimlerini torunları seziyor, bu kitap da torunların ağzından bu deneyimlerin anlatıldığı bir sözlü tarih çalışması. Konuşulmasa da bu bilginin aslında o ailede olduğunu görüyoruz.

İşi algılarken beş duyu kullanıldığından bahsettik. Hafıza da beş duyuyu içeren, bedensel olarak taşıdığımız bir şey. Dolayısıyla ne kadar silinmeye çalışılırsa çalışılsın bir şekilde kalıyor ve sanatçılar da o tanımlanamayan şeylerle çalışarak bence bu kolektif bilinçaltını harekete geçirmeyi başarabiliyorlar. Belki orada da tanımlanamayan, dile gelmeyen şey bir miktar bu silişe karşı çalışıyor.

sanat
IGPO912
Suyu Kim Taşır I Özgür Akacak
İz Öztat ve Fatma Belkıs (2015)
Bitkilerle renklendirilmiş ve tahta baskılı tülbentler

Bir önceki soruyla bağlantılı olarak artık teknoloji ile yapay hafızaların yaratıldığına da tanık oluyoruz. Bu yapay hafızalar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Çok güzel, geleceğe yönelik bir soru. Teknoloji çok hızlı değişiyor. Bir teknolojiyi kullanarak oluşturduğun bir hafıza da kalıcı değil. Mesela Arter’de 2010’da yaptığım bir iş var: Dokunmatik ekranla çağrışımlara dayalı bir arşiv kurmuştum işin içinde, o dokunmatik teknoloji bile hemen eskidi.

Dolayısıyla teknolojiyi kullanarak oluşturmaya çalıştığımız birtakım hafızalar aslında teknolojiyle hep mücadele içerisinde. Teknolojik altyapı sürekli değişiyor, programlama dili değişiyor, onları da devamlı güncelliyor olmak gerekiyor. O da ayrı bir problem yaratıyor.

Belki de en basit kayıt tutma yöntemlerini de bir yandan öbürleriyle birlikte akılda tutmak gerekiyor.

Bir sanatçı olarak kendi yaptığınız bir işi başarılı görmeniz ya da bu işten tatmin olmanız için ne olması gerekiyor? Böyle ölçütleriniz var mı ve bu işin içine seyirci hiç giriyor mu?

Bu yine herkesin çok farklı cevaplayacağı bir soru. Seyirci benim için ikincil oluyor. Sanatçı olmanın en zor yanı bu, bir şekilde kendinle bir derdin var ve onunla uğraşıyorsun. Yani bir dert var, o derdi nasıl ele aldığınla cebelleşiyorsun ama sonrasında dünyaya bırakıyorsun.

Bu çok soyut ve duygusal tatminlerden maddi tatminlere kadar gidebilen bir skala.

Bu arada hiç romantik olmak istemiyorum sanat ortamıyla ilgili. Bir endüstriyel tasarım nesnesi için, “Fonksiyona yönelik bir tasarımla mı daha çok para kazanabilirim yoksa bunu sanat bağlamında bir ürüne mi çevirsem daha çok para kazanırım?” gibi bir soruyla yaklaşıp, bu ürünü bir sanat nesnesine dönüştürüp, onu çok daha pahalıya satıp, çok daha hızlı zengin olmayı kurgulayarak da sanatçı olabilirsiniz.

Motivasyonunuz buysa, ki böyle pek çok sanatçı var ve çok da iyi kariyerleri var, o zaman bu motivasyonla da bir yerlere gelmiş olabilirsiniz.

Kişisel olarak ben kendime köstek olduğum şekillerde hareket etmeyi seviyorum. Mesela “Suyu Kim Taşır” işindeki sepet, içinde örüldüğü odadan çıkarılamadığı için sergiden sonra yok edildi. İşlerin sanat piyasasına girmemesi ya da girmesinin zor olmasını önemsiyorum.

Marketin o kadar kolay ilişkilenebilir bir şey olmamasını istiyorum, onun bir probleme dönüşmesini seviyorum. Süreçlerde öğrenmeyi ve birlikte olmayı önemli buluyorum. Mesela yaptığımız fiziksel bir iş gösteriliyor ama aslında ona eşlik eden etkinlikler var, farklı diyalogları tetikleyen. Dolayısıyla arabuluculuk dediğimiz yorumlamayı, sanatın etrafında oluşabilecek diğer süreçlere emek vermeyi de önemsiyorum.

Maalesef Türkiye’de bunun karşılığı yok ve bunun için alanlar da sınırlı. Belki tasarımda da aynı sıkıntıyı yaşıyorsunuzdur. Hep birtakım nesneler üretmeniz bekleniyor. Halbuki tasarımcı olarak sizin toplumda çok daha farklı rolleriniz olabilir ama ona alan açan bir vizyon ve zihin yapısı yok. Dolayısıyla bunların hepsi bir yandan içinde ürettiğimiz ortamla da iç içe.

“Suyu Kim Taşır” işinizde yoğun bir röportaj ve gözlemleme sürecinden geçmişsiniz, bu süreçten yapıtlar da çıkmış. Bu tarz bilinç arttırabilecek eserler (“Yemeniler”, “Fındık Dalından Sepet”) sizce ürün haline gelebilir mi?

Gördüğümüz şeyler hafızamızda kalmayabiliyor ama bir ürün söz konusu olduğu zaman, hayatımızda sürekli durabileceği için etkisi daha farklı olabiliyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Biz gittiğimiz yerlere ilk ziyaretlerimizde, insanlarla konuştuğumuzda daha ne yapacağımızı bilmiyorduk, bu da çok zorlayıcıydı. Gittiğimiz yörelerdeki insanlar doğal olarak yaşadıkları gerçeklikten dolayı herkese karşı çok şüpheliler.

Onlarla cömert bir ilişki kurmak bizim için çok önemliydi. Henüz daha tahta baskı yöntemini öğrenmeden kumaş boyalarıyla yaptığımız prototip niteliğinde bir baskılı kumaşı hediye olarak yanımızda götürmüştük. Sonra da araştırma sürecinde karşılaştığımız kişilere tahta baskılı tülbentlerden birer tane yaptık ve gönderdik.

Bu şekilde yaptığımız iş ürün niteliği kazandı aslında ama çok zaman alan bir süreç olduğu için ve başkasının bizim yerimize basmasını istemediğimiz için onun ötesine geçemedik. Bizim kurduğumuz parametreler içinde bu işin ürüne dönüşmesi çok zor olurdu.

İşin etkileşim alanını başka şekillerde genişletmeye çalışıyoruz. Mesela akademisyenler, mücadelenin içinde olan insanlar ve sanat alanında ekolojiyle ilgilenenlerle diyaloğu devam ettirerek.

Tekrar ziyaret ettiğimiz yerlere gidip oradakilerle birlikte baskı desenlerini ele almak, metni birlikte okumak, çalışmak gibi şeyleri yapmayı çok isteriz. Ekonomik ve politik sebeplerle mümkün olmadı. Dolayısıyla bir miktar da nostaljiyle baktığım bir iş 2 yıl önceye ait olmasına rağmen. Diyaloğu mümkün kılan, sanatçının kapasitesini arttıran iş birlikleri olabildiğinde bunlar mümkün oluyor, yalnız kaldığında bunları yapamıyorsun. Bu kapasiteleri kurgulamak gerekiyor.

sanat
IGPO913
Suyu Kim Taşır I Özgür Akacak
İz Öztat ve Fatma Belkıs (2015)
Bitkilerle renklendirilmiş ve tahta baskılı tülbentler

“Suyu Kim Taşır” işinde yaptığınız araştırma çok geniş kapsamlı ve aslında sosyolojik araştırmalara da benziyor. Gidip yerel halkla konuşmanız, onların geleneklerini, kültürel ögelerini incelemeniz toplumla çok iç içe olan, toplumdan alan bir bakış açısına sahip.

Ama daha sonrasında bir mesaj iletme kaygınız olmadığını belirttiniz ve aslında bu işi içsel bir motivasyonla yaptığınızı söylediniz.

Topluma bu kadar değinen bir konuda çalışırken, toplumdan bir şeyler alırken sanatın biraz daha topluma yönelik yapılması sanatçıya dair algının daha pozitif bir şekilde dönüşmesini sağlamaz mı?

Toplumdaki sanata dair biraz negatif olan, sanatı yüksek sınıf uğraşısı olarak gören bakışı belki de kırmaz mıydı?

Bir araştırmacı olarak bir yere gidip, oradaki bilgi ve gerçeklikle iletişime geçip, sonrasında akademik mesafeden bilgi üretmek benim için mümkün değil. Bir şekilde söylediğin şeyi yaptığımızı da düşünüyorum. Gösterilen işte değil de daha çok süreçte bunların olduğunu düşünüyorum.

Belki gösterilen işi bir milyon insan görüyor ama ben süreçte yüz kişi ile karşılaşıyorum ve bu yüz karşılaşma da çok anlamlı oluyor. Bir yandan maalesef bu şekilde çalışarak seyircimin belki bugün karşılaştığım seyirci değil de gelecekteki bir seyirci olduğunu kabul ediyorum.

Ben bir belge bırakıyorum, bu otuz yıl sonra ya da elli yıl sonra da bir şeyler ifade edebilir, şu anın kaydını tuttuğunu düşündüğüm ama şu an tartışılmasının koşulları olmayan bir kayıt.

Bir metin yazdık ve bienalin büyüklüğü ve hengamesi içinde çok az okundu belki. Copyleft lisansla yayınlandı, archive.org’a kondu. Bir gün birileri geçmişe dönüp Türkiye’deki olayları incelerken bir yandan böyle bir metin varmış ve sanatçılar da bunun bir şekilde kaydını tutmuş diyebilir. O noktada belki iş farklı bir şekilde toplumsallaşabilir. Benim kontrolümde değil zaten onun nasıl toplumsallaştığı. Ben hiçbir zaman “Şöyle olmalıdır, böyle olmalıdır.” gibi bir pozisyon alamıyorum.

Daha süreç odaklı, birebir karşılaşmalarda etkisi yaşanan, toplumla ilişkisi çok net olmayan işler yapıyorum. Bazen çok daha komplike ve içine girmesi zor bir yanı var ama bir yandan da gündelik hayattan tanıdığınız birtakım malzemeler olduğu için çok kolay ilişkilenilebilir, toplumsallaşabilir anları da var.

Yine de bazı konulara bu kadar adanmış hissedip sonra onlarla ilgili net bir etki yaratmaya çalışmıyor olmak garip bir seçim, evet.

Yaptığınız çalışmalarda dönüşümün, doğurganlığın, özellikle ekolojik farkındalığın ön planda olduğunu gördüm. Fakat yaptığınız bir işin yarattığı dönüşüm ya da etkiye dair elimizde bir veri olmayabiliyor.

Belli bir coğrafyada yaptığınız bir çalışma mutlaka orada yaşayan yerel insana da dokunuyor. O dokunmanın sonrasında yaşanan değişimi yönetmeye dair sizin kendi bir çabanız oluyor mu?

Ya da orada oldukça değerli anlar yaşadığınızdan bahsettiğiniz insanlarla proje sonrasında iletişimi sürdürüyor musunuz? Dönüşüm ve doğurganlık o noktada da devam ediyor mu?

Bir yere gitmek, orada insanlarla dost olmak sonrasında seni bazen taşıyamayacağın şekillerde de dönüştürüyor. Kendi geçmişim beni bu karşılaşmaların sonunda hissedeceğim duygulara hazırlamamıştı ve reel politika içinden yapabileceklerimin ancak doğamın sınırları içinde olabileceğini kabul etmek zorunda kaldım. Ben fiziksel şiddetin bir ihtimal olduğu bir ortamda bedensel olarak var olmayı psikolojik olarak kaldıramıyorum mesela, bunu öğrendim.

Dolayısıyla ben bunu farklı şekilde yapmak zorundayım. Bazen kurduğun ilişkiler ve bir sürecin seni vardırdığı yer, senin hazırlıklı olmadığın bir yer de olabiliyor ve onu yeniden müzakere etmek zorunda kalabiliyorsun. O açıdan çok dönüştürücü ve önemli, bu birebir ilişkiler ve dostluk.

Fatma Belkıs’la birlikte çalıştım. Genelde “Suyu Kim Taşır” işiyle ilgili onunla birlikte konuşuyoruz, ondan bir yandan biraz garip burada tek başıma konuşmak. Nehir formunun birçok kaynaktan besleniyor olması gibi, bir dostumla bu işi beraber yaptık ve sonucunda da yeni dostluklarla çıktım bu işin içinden. Büyük toplumsal etkilerden bahsedemiyorum, dostluk ve onun bireyde oluşturduğu dönüşümü önemsiyorum.


İz Öztat 1981 yılında İstanbul’da doğdu. Lisans derecesini ABD’deki Oberlin College’da Görsel Sanatlar Bölümü’nden, yüksek lisans derecesini Sabancı Üniversitesi Görsel Sanatlar ve Görsel İletişim Tasarımı Bölümü’nden aldı. Katıldığı sergiler arasında Tamawuj, 13. Şarjah Bienali, Birleşik Arap Emirlikleri (2017); Land without Land, Heidelberger Kunstverein, Almanya (2016); Tuzlu Su: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori, 14. İstanbul Bienali (2015); Conducted in Depth and Projected at Length, Heidelberger Kunstverein, Almanya (2014); Rendez-vous 13, Institut d’art Contemporain, Lyon, Fransa (2013); Here Together Now, Matadero Madrid, İspanya (2013) ; İkinci Sergi, Arter, Türkiye (2010) bulunmaktadır.Yurt dışında çeşitli kurumlarda misafir sanatçı programlarına katılmanın yanı sıra 2016-2017’de Oberlin College’da misafir öğretim üyesi olarak bulundu. Makale ve inceleme yazılarının yanı sıra yayımlanmış dört sanatçı kitabı bulunuyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir