Geçmişte Ne Olduğunu Yüzde Yüz Söyleyemeyiz Ama Kurgusunu Bilimsel Bir Dille Yapabiliriz

Lucienne Thys Şenocak
Hazırlayan: Ceylan Beşevli

Kıyafetler ve moda ürünleri kültür mirası olarak sayılabilir mi? Sizin bu konudaki yaklaşımınız nasıl?

Tekstil başlı başına çok ilgi çekici bir branş. Dolayısıyla müzeler ile ilişkili ve de aynı zamanda kültür mirası olarak nitelendirilebilecek çok önemli bir başlık. Türkiye’de tekstille ilgili oldukça kapsamlı ve zengin koleksiyonlar var.

Örneğin Sadberk Hanım Müzesi çok güzel bir koleksiyona ev sahipliği yapıyor. Bizim tekstil ile alakalı olarak şu anda devam ettiğimiz çalışmamızda yeni teknolojiler ile dokümantasyon önemli bir yere sahip. Tekstil dokümantasyonu özellikle zordur çünkü ilk bakışta iki boyutlu görünürler.

Biz de buradan yola çıkarak tekstilleri korumanın lazer tarama ve dijitalleştirme yöntemleri ile mümkün olup olmadığı sorusunu araştırıyoruz.

Bir başka projede Bahçeşehir Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Ürdün’den iki Üniversite ve Berlin Teknik Üniversitesi ile çalıştık. Sadberk Hanım Müzesi ile yürüttüğümüz bu projede, koleksiyonlarında bulunan üç gelinliği lazer ile taramak istedik.

Tabii ki öncesinde bu işlemin testili incitmeyeceği konusunda onları ikna etmemiz gerekti. Daha sonrasında elde ettiğimiz sonuçlardan bu lazer teknolojisinin tekstil üzerinde uygulanabilirlik derecesini görmüş olduk, başarılı bir şekilde üç boyutlu taramalar da elde ettik.

Tekstil ile alakalı bir başka sorun ise yapı olarak oldukça hassas olmalarından kaynaklanıyor. Arkeolojik kazılarda tekstil ile karşılaşma ihtimali çok düşüktür, tekstile rastladığımız nadir durumlarda da bunlar çok eski kumaşlar olmuyorlar.

Tasarımcılar olarak mirasın dokunulamayan, somut olmayan boyutlarını nasıl geleceğe aktarabiliriz?

Bu konuda UNESCO’nun somut olmayan kültürel miras listesi var. Türkiye bu listede oldukça aktif diyebiliriz. Örneğin Türk kahvesi, yerel halk dansları ve bazı dini törenler bu listede yer alıyor.

Bunların dokümantasyonu birkaç yolla yapılıyor. İlk yöntem sözlü tarih ile belgeleme. Bu tarz soyut mirasları uygulayan, örneğin gastronomi ile uğraşan, kişilerle yapılan röportajlar bu belgeleri oluşturuyor. Koku gibi daha zorlu konularda yapılan çalışmalar da mevcut.

Bir mekânı miras olarak değerlendirdiğimizde, sadece görsel ve işitsel boyutlarını değil, kokuyu da içine alan çalışmalar gerekiyor çünkü koku bu mekanların en büyük özelliklerinden biri.

Doktora tez danışmanlığını yaptığım öğrencilerimden Lauren Davis kokunun saklanması ve de bunun belgelenmesini Eminönü Mısır Çarşısı özelinde araştırmıştı. Mısır Çarşısı’na girdiğinizde sizi görselden önce ilk karşılayan şey esasında kokular.

Duyularınız baharat, balık, kahve gibi pek çok koku ile bombardımana uğruyor. Bu kokuların, çarşıya giren içeriğin farklılaşması ile yıllar içinde değiştiğini ancak arşivlerden öğrenebiliyoruz. Bir diğer koku belgeleme yöntemi ise daha bilimsel olan numune alma yöntemi.

Özellikle parfüm endüstrisi kaynaklı çoğu teknolojiler, kokuyu moleküler bir yapıya ayrıştırabilmeyi ve saklamayı mümkün kılıyor.

Koku belgelerken numune alma nasıl gerçekleşiyor?

Numune almayı gerçekleştiren makineler var. En basit şekilde açıklayacak olursam bu makine belirli bir kokusu olan cisimlerin yakınındaki havayı çekip saklıyor.

Bu yakalanan kokuyu moleküllerine parçalıyorlar. Başka endüstrilerde de makinelerin kullanımlarını görebiliyoruz. Örneğin şarapta aroma ve buketi etkileyen şeylerden biri de koku.

Parfüm ve kozmetik endüstrisi kokuyu pazarlama için kullanıyorken biz buna daha çok miras aktarımı açısından yaklaşıyoruz. Beraber çalıştığımız bir kimyager ve de aynı zamanda sanatçı olan Sissel Tolaas’ın kişisel koku arşivi var. O da makine kullanarak numunelerini elde ediyor.

Cape Town’dan Berlin’e pek çok şehrin kokusunu saklıyor ve sonrasında bunları moleküllerine ayırıyor.

Ayrıca Fransa’da da bulunan Osmoteqhue dünyanın en büyük ve tek koku kütüphanesi.

Somut olmayan mirasın aktarılması için yaptığınız röportajlarınızda kişiler koku gibi somut olmayan şeyleri nasıl tarif ediyorlardı?

Koku, anıları tetiklemekte oldukça güçlü ve de çok içgüdüsel bir duyu. Aniden aldığınız bir koku sizi bir anda çocukluğunuza götürebilir. Dolayısıyla insanların koku hakkında konuşmaları oldukça nostaljik oluyordu.

Konuştuğumuz kişilerde karşılaştığımız bir konu da bazı kokuların değişimi hakkındaydı. Mısır Çarşısı’ndaki dükkân sahipleri jüt kokusunun yerini plastiğin almasından sıkça bahsettiler. Eskiden ürünlerin taşınması kenevir gibi organik malzemeden çuvallar ile olurmuş ve bu çuvalların kokusu o ortam ile özdeşleşmiş şeylerden biriymiş.

Şimdi ise giderek her şeyin plastiğe dönüşmesi ve çarşıdaki kokuya olan etkisinin dile getirilmesi bizim için ilginçti.

Röportaj yaptığımız kişilerden çok azı “sinestezya” dediğimiz algılama biçimine sahipti. Bu kişiler kokuları başka kokular ile ilişkilendirip o şekilde tarif ediyorlardı.

Görüştüğümüz bir kişi koku hakkında konuşurken bunların esanslarını ve notalarını söyleyebiliyordu. Bu derinlikte tasvirlere az rastlanıyor. Diğer algılama biçimlerinde ise kokular rakamlar ve renklerle kodlanabiliyor.

Röportajlar esnasında koku denince insanların aklına tabii ki kötü kokular da geldi. En çok söylenen ve sevilmeyen kokulardan biri kömür kokusuydu.

80’lerden benim de en baskın hatırladığım ve unutamadığım koku kömürdü. Şimdi ise şehirden uzaklaştıkça o kokuyu yeniden duyabiliyorsunuz. Garip bir şekilde kömür kokusu her ne kadar kötü olsa da kokusuyla derin bir nostalji duyuyorum.

Bunların yanı sıra kokunun tarif edilmesiyle ilgili edebiyata da baktık. Bir yazar keçi kılı ile ilgili bir koku tarifinde bulunuyordu. Benim de keçilerim olduğu için birkaç tutam keçi kılını ıslatarak kokuyu canlandırmaya çalışmıştık.

Bunu Lauren, Eminönü çalışmasında yakaladığı kokularla bir sergide metinlerle destekledi. Sergide keçi kılını hem koklayıp hem de yazarın bunu nasıl tanımladığını da okuyabiliyordunuz.

Koku ve müze deneyiminin bir başka örneği de Belçika’nın Ypres şehrindeki Birinci Dünya Savaşı Müzesinde var.

Savaş kokusunu simule etmek için kan kullanılmıştı. Girdiğinizde aldığınız çürüme ve kan kokusu -her ne kadar hoş bir deneyim olmasa da- oldukça çarpıcı bir etkiye sahipti.

Günümüzü tarih çalışmaları yapan yetkililer dışında kendimiz de dijital aletlerle belgeliyoruz.

Buradan yola çıkarak gelecekte arkeologların ve tarihçilerin çalışmaları ve alan tanımları sizce nasıl değişecek?

Arkeolojide günümüz teknolojileri büyük değişimler başlatmaya başladı bile. 2005 yılında bir ilk olarak Gelibolu Yarımadası’ndaki Osmanlı Dönemi’nden kalma Seddülbahir Kalesi’nde 3D lazer taraması yapmıştık.

Bu Caroline Aslan ile çalıştığımız bir restorasyon projesiydi ve prosedür olarak Koruma Kurulundan onay almaya gitmiştik. Teknolojinin getirebileceği değerlerden bahsetsek de ilk başta oldukça negatif tepki verdiler.

O günlere baktığımızda gerçekten de alanda belgeleme ve kayıt alma şekillerinde büyük bir değişim yaşadığımızı söyleyebilirim.

Geçtiğimiz günlerde, ANAMED araştırma merkezinde, merkezin direktörü Chris Roosevelt’in girişimi ile gerçekleştirilen sempozyumun ana konusu dijital belgeleme yöntemleriydi.

Konferans yeni teknolojiler ve bunların çalışmalara dahil edilmesi, bunların getirdiği metodolojik problemlere adanmıştı. Büyük miktarlarda biriken verinin ötesinde, nasıl işlenip ayrılacakları ve bunlara kimin erişiminin olacağı konuları tartışıldı.

Bundan iki yüzyıl sonra şu anda kullandığımız bilgisayarlar kalmayacak ve dolayısıyla günümüz teknolojileriyle tuttuğumuz belgeler artık erişilebilecek mi düşünmeliyiz. Dijital bir karanlık çağ ile karşı karşıya olabileceğimizi pek çok kişi dile getiriyor.

Örneğin eskiden kullandığımız disketlerde bir belgeniz olsa şu anda bunu okuyabilecek bilgisayar bulmak giderek zorlaşıyor. Şu anda başladığımız 3D belgelemede bile bu geleceğe aktarma yöntemlerini gözetmeliyiz.

Bu belgelere kimin erişiminin olacağı sorusuna bakarsak Türkiye’de arkeoloji çalışmaları için ulusal bir veri tabanı yok. Bu verilerin çoğu yurt dışındaki üniversitelerin veri tabanlarında bulunuyor.

Buradaki bilgilerin çok büyük miktarlarda oluşu ve dijital belgelerin koruması için gereken hassasiyet, üzerine düşünülen bir konu.

Günümüzde sıkça gördüğümüz geçmişi konu almış filmlerde ve televizyon dizilerinde tarihin temsili hakkında ne düşünüyorsunuz?

Tarih ile ne kadar çok kişi ilgilenirse o kadar iyidir diye düşünüyorum. Geçmişte ne olduğunu tam olarak bilmemiz imkânsız. Bu yapımlarda olaylara kendi yorumlarını getiriyorlar, dolayısıyla bunlara tarihi kurgu diyebiliriz.

Çok iyi araştırılmış ve yapılmış çalışmalar, o dönemde neler olmuş olabileceğini göstermek için çok değerliler. En sevdiğim örneklerden olan Jane Austen filmlerinde malikaneleri, kıyafetleri ve davranışları görebiliyor ve tarih hakkında pek çok şey öğrenebiliyoruz.

Ama bunların kurgu boyutunun da farkında olmamız gerekiyor.

Türkiye’deki tarihi yapımlar da tarihi farkındalık yaratmaya başladığı için olumlu diyebilirim. Benim de ilk kitabım 17. yüzyılda yaşamış IV. Mehmet’in annesi Turhan Sultan’ı konu alıyordu.

Bu dönem “Kadınların saltanatı” olarak da anılıyordu fakat bu değerlendirme çok çarpıtılıyor ve bu kadınlar entrika çeviren kişiler olarak sunuluyordu.

Dizi ilk çıktığında bir bakımdan bu ön yargıyı kırma potansiyeli beni oldukça sevindirdi. Fakat öte yandan yapımcının isteğine göre değişen olay aktarımları, kostümlerin dönemin gerçeklerinden uzak olması gibi dizinin yorumlanan kısımlarının fazla oluşu diziyi bırakmama sebep oldu.

Üzücü olan bir başka şey ise 1930’lardaki tarihçilerin kadınları sunduğu entrikacı konjüktürünü bu yapımların güçlendirmesi oldu. Halbuki sunulanın tam tersi bir durum söz konusu.

Hürrem, Mihrimah ve Turhan erkekler kadar diplomatik olaylarda etkiliydiler. Örneğin Mihrimah donanmaları finanse ediyordu. Turhan Sultan’ın donanma kaptanı ile finansal kaynaklar hakkında diplomatik mektuplaşmalarından da görüyoruz ki oldukça etkili ve de bilinçli bir karakterdi.

Tüm bu yapımların bu noktaları es geçmesi büyük bir kayıp. Bulundukları mekanları daha gerçeğe uygun bir prodüksiyon ile sunsalar, kostümler daha uygun olsaydı, hepsinden önemlisi karakterler de tarihle tutsaydı çok daha farklı bir algı kurulabilirdi.

Türkiye’deki tarihi alanlar kullanılmak üzere halka açılıyor. Sizce tasarım bu geçmiş ve geleceği nasıl bir araya getirmeli?

Restorasyon mimarisinin alanı olan yapılar da insanlar gibi hayatları boyunca farklı dönemlerden geçiyorlar. Dolayısıyla yapının bir kısmı bir dönem diğeri başka bir dönemden kalma olabiliyor.

Geçmiş ile günümüz arasında harmoni yakalayan pek çok çalışma var. Sürdürülebilirlik de tarihi alanlar için özellikle önemli bir kavram.

Eskisinin üzerine inşa edilen yapılarda bir tasarım kararı olarak yapı elemanlarını cam ile koruma eğilimi var.

Günümüzde kullanılmak üzere açılan tarihi alanlarda tasarımcıların işi oldukça zorlu. Tasarımın dili mekanla uyuşmalı, restorasyon ekibinin gözettikleri ile uygulamanın örtüşmesi gerekiyor.

Bir yapı cam ile kaplanacak ise uygun UV filme sahip olmalı, koruyuculuk her şeyin üzerinde tutulmalı. Bununla beraber restorasyon ekibi de tasarımcıların kararlarına saygı duymalı.

İki taraf arasında sinerji yakalanmalı. 97 senesinden beri çalıştığımız bir alanda tasarımcılar ile bir aradayız. Bunca senedir oraya gidip gelmek alanı artık benim için bir ev haline getirdi. Mimar ekipler, müze ekipleri gibi pek çok farklı daldan insanlarla alanla ilgili görüşmelerimiz oldu.

Onlar tasarım açısından mekâna girince insanların akışı nasıl olacak, engelli ziyaretçi girişi nereden olacak gibi perspektiflerden bakıyorlar. Önerdikleri şeylere ilk tepkim “Hayır, ona dokunamazsınız.” şeklinde oluyordu.

Bu tepkim tamamen savunma mekanizmasıydı ve de zamanla onların tasarıma hakimiyeti ve kaygılarımızı göz önünde bulundurmaları sayesinde bir mutabakat yakaladık.

Beraber çalışmak, birbirinin disiplinine ve kararlarına saygı duymayı gerektiriyor. Birbirinden öğrenebileceğini fark etmek, anlamadığın noktaları gerçekten de anlamadığını kabul etmek gerekiyor.

Günümüzde kültürümüz yabancı kültürlerden oldukça etkileniyor ve farklılaşmalar oluyor.

Kültür mirası dediğimiz kavram sizce ne derecede korunuyor?

Türkiye kültürel anlamda her zaman çok zengin bir ülke oldu. Pek çok farklı kültür mirasıyla dolu oluşu bu ülkenin en önemli değerlerinden biri. Günümüzde dünyanın her yerinde farklılaşmalar ve kutuplaşmalar oluyor.

Bu durum doğduğum ülkeden yaşadığım ülkeye, ait olduğum her yerde söz konusu. Fakat bunun değişeceğini düşünüyorum. Fark etmemiz gereken şu ki, özellikle Türkiye gibi ülkelerde, bizi biz yapan sahip olduğumuz değer çeşitliliği. Bir de tarihi açıdan günümüzde kullandığımız şeylerin temeline bakarsak bu değerlerin bazılarının aslında kültürümüze aktarılmış olduğunu görebiliriz.

Dolayısıyla belki de bu yabancı kültürlerle olan karşılaşmalarımız bizi geliştiren şeylerden biri. Örneğin sabah yataktan kalktığınızda üzerinizde olan pajama ve bu kelimenin aslı Hindistan’dan geliyor.

Yediğimiz yemekler de dünyanın çeşitli yerlerinden gelen tarifler ve malzemelerden… Buna globalizasyon veya emperyalizm de denebilir, isimden bağımsız olarak bu fenomen genel olarak hayatımızı zenginleştiriyor diyebiliriz.

Bazıları bunu bir kutuplaşma fırsatı olarak değerlendirip “bizler” ve “onlar” diyebilir. Bunu yaparsak tüm değerlerimizi kaybederiz.

İstanbul’un en güzel yanlarından biri daimî yeniliği. 84 senesinden beri gittiğim her yer sürekli beni şaşırtıyor. Arka arkaya gitsem dahi hep yeni bir şey, bir devinim var.

Bu zenginliğe tutunup kutuplaşmaya izin vermeden devam etmeliyiz. “Bizler” ve “onlar” dünyasında yaşamıyoruz.

Sizce koku gibi somut olmayan kültür miraslarını tasarım sürecine ya da ürünün kendisine dahil etmeli miyiz?

Koku pek çok alandaki tasarıma zaten müdahil vaziyette. Pek çok mağazanın kendi parfümü var, bu pazarlama için kullanılan bir taktik. Vücudumuzu da koku ile temsil ediyoruz.

Kokunun vücuttan öte başka yerlerde kullanılması oldukça ilginç. Son beş yılda “şehirde koku” yürüyüşlerinde görme duyusu bir kenara bırakılıp, koku ile şehri keşif deneyimleniyor.

Küçükken en sevdiğim şeylerden biri “kazı ve kokla” kitaplarıydı. Sürekli yeni bir koku ile karşılaşmak çok heyecanlı ve de eğlenceliydi. Ürünlerde ise yeni arabaların kendine has bir kokusu var.

İkinci el bir araba satılırken yeni araba kokusu verilse belki de çok etkili bir satış taktiği olabilir. Parfüm deterjan dışında, aslen koku görevi gütmeyen, bir ürünün kokusunun onun reklamı olması konusu da çok ilginç olabilir.

Kültür mirası dediğimizde bunun “miras” statüsüne nasıl eriştiği, kimin bu duruma karar verdiği ve bunun kimin mirası olduğu gibi pek çok soruyu akla geliyor.

Arkeoloji bu bağlamda nasıl ilerliyor?

Türkiye’den bir eser Dünya Mirası listesine aday gösterildiğinde ilk olarak hükümetin onayından geçiyor. Bunun ardından Ankara’daki UNESCO ofisinden kabul alıyor. Bu aşamalardan geçen Miras’ı büyük M ile düşünebiliriz.

Fakat bir diğer tartışma ise aslında her şeyin bir miras olduğu yönünde, sadece büyük harfli olanların değil. Çevremizdeki her şey ilgiyi hak ediyor ve birilerinin geçmişini temsil ediyor.

Çok önemli bir tarihçi olan David Lowenthal, küçük m ile yazılan miras neredeyse her şey sayılabileceği için bunları bir yük olarak nitelendiriyor.

Şimdi de somut olmayan mirasları da bu listeye eklersek dijital verilerdeki artışla da beraber oldukça yüklü miktardan bahsediyoruz. Dünya mirası dediğimiz kavramın Dünyanın her yerinde aynı şekilde değerli olması gerekiyor.

İrlanda’da olan bir mirasın Yemen’de de bir değer temsil etmesi bekleniyor. Türkiye’nin Dünya Mirası listesine giren yapıların, değerlerin sık sık dile getirildiğini görüyoruz, “Bu da listeye, şu yapı da aday…”, bu tıpkı bir futbol maçı gibi.

Öte yandan gözden kaçmaması gereken şu ki küçük harfle bahsettiğimiz miraslar UNESCO listesine girmese de yine de belgelenmeye, araştırılmaya ve korunmaya değer.

Arkeologlar olarak bulduğunuz bir eserin dönemi kesin bulunabilirken ona addedilen değeri kesin temsil ettiğine nasıl emin olabiliyorsunuz?

Bir eserin ne anlama geldiğini tam olarak söyleyebilmemiz o dönemde yaşamadığımız için oldukça zor. Eserleri elinizden gelen en iyi şekilde döneminin koşullarında değerlendiriyoruz, başka bölgelerdeki eserler ile karşılaştırıp anlamlarını pekiştirmeye çalışıyoruz.

Başka arkeologlar bölgede tekrar kazı yapıp, eseri yeniden yorumlayıp yeni anlamlar keşfedebiliyorlar. Dolayısıyla kazı yaparken alanın korunması ve zarar görmemesi oldukça hayati.

Öte yandan şunun da farkında olunmalı ki kazı yaparken, araştırma yaparken, hatta okuma yaparken önümüzde bulunan esere kendi anlamlarımızı yüklüyoruz.

Sahip olduğunuz bilgi, konuyu kendi belirlediğiniz yönden bakmanıza ve ön yargıya sebep olabiliyor. Dolayısıyla doğru dediğimiz şeye ulaşmamız imkânsız, doğruya en yakın kurguyu inşa etmeyi hedeflemeliyiz.

Bunların yanı sıra, zaman geçtikçe teoriler ve değerlendirme açılarımız da değişiyor. Bundan bir önceki yüzyıl ile şimdiki arkeolog ve tarihçilerin olaylara bakış açısı oldukça farklı.

Örneğin arkeolojiye günümüzde popüler bir konu olan cinsiyet açısından bakarsak 19. yüzyıldaki tarihçilerden çok daha farklı sorular sorabiliriz. Bundan yüzyıl sonrasında da oldukça farklı perspektifler olacağının farkında olmalıyız.

Her şeyi koruyabileceğimizi düşünmek de oldukça naif bir düşünce.

Elimizden gelen en iyi şekilde eserleri korumaya çalışmalı, kazıları minimal müdahale ile gerçekleştirmeliyiz.


Lucienne Thys Şenocak doktora derecesini Pennsylvania Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümünden, yüksek lisans derecesini ise Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümünden almıştır. 1993 yılından beri Koç Üniversitesi’nde ders vermektedir. Ders verdiği ve araştırmalar yaptığı konular arasında; Osmanlı Dönemi mimari tarihi, erken modern Osmanlı Dönemi’nde cinsiyet ve mimari patronajı, Osmanlı surları, kültürel miras yönetimi ve müze çalışmaları bulunmaktadır. Kendisi aynı zamanda ICOMOS Türkiye (Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi Türkiye Milli Komitesi) üyelerinden biridir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir