Kaygı Varsa Hayal de Vardır

Fatoş Gökşen
Hazırlayan: Gül Kaner

Koç Üniversitesindeki “Araştırma Yöntemleri” dersinizde öğrencilerinize verdiğiniz çok önemli bir öğüt var: “Hipotezinize âşık olmayın.” Bu söz ile tam olarak ne demek istiyorsunuz?

“Araştırma Yöntemlerine Giriş” dersi veriyorum ve o ders aslında oldukça teknik bir ders. Bu ders tamamlandığında öğrencilerin 14 haftalık ders sonunda iki şey hatırlamalarını istiyorum. Birincisi “Hipotezinize âşık olmayın.”, ikincisi de “Lütfen hipotezlerinizi uygulanabilir hale getirmeyi öğrenin.”

Bu derste öğrendiğiniz başka her şeyi unutabilirsiniz ama bunları unutmayın diyorum. Hipoteze âşık olmayın aslında sosyal bilim felsefesinin biraz sulandırılmış özeti. Popper’dan ve “yanlışlanabilirlik”ten (falsifiability) bahsediyorum.

İkinci sınıf dersi olduğu için pat diye Popper’ı anlatmamak adına böyle özetliyorum. Çünkü hipotezle teoriyi karıştırma eğilimi var. Hipotez aslında o kadar ciddi bir şey değildir. Hipotezler bizim yol haritalarımızdır. Aslında sadece bir tahmindir.

Hipotezler tahminlerimizi ortaya koyduğumuz ve yıkmaya çalıştığımız şeylerdir. Hipotezin güçlü olabilmesi için hipotezlerimizi çok zorlu savaşlara sokup gerçekten bu hipotez dayanıyor mu dayanmıyor mu ona bakarız.

Bu derste söylediğimiz üçüncü bir cümlemiz daha var: O da “Hipotezimiz ispat edilemez.” Hipotezlerimizi bırakıp gitmemiz gerekir. Hipotezimizin amacı zaten çalışmamasıdır. Bir şeyi açıklamak için hipotez geliştiririz. Yoksa ilk bulduğumuz hipoteze yapışıp “Bunu teyit ettik çok güzel.” diyemeyiz.

Bilimin yol almasını sağlayan şey hipotezimizi derdest edip (yakalamak, tutmak) bir tarafa atabilmemiz, yeni hipotezler ortaya koyabilmemizdir. Ancak hepimiz ilk başladığımızda ortaya bir şey koyarız. Ondan sonra datayı toplarız. Sonra da hemen o hipotezin onaylanmasını bekleriz. Büyük bir başarı gibi gelir.

Başka bir deyişle hipotezimizin onaylanmaması bir başarısızlık gibi gelir. Ben doktora tezimden örnek vereyim. 20 tane falan hipotezim vardı. Hiçbirini teyit edemedim. 500 sayfa neden o hipotezi konfirme edemediğim üzerine geliştirildi.

Araştırma yöntemlerinde bir söz vardır: “Veriye yeterince işkence edersen veri itiraf edecektir.” diye. İlla hipotezi teyit etmeye gerek yok, bırakın gitsin. Yerine yenisini koyun. Alternatif açıklamalar getirin.

Öbür türlü zaten bildiğinizi teyit edeceksiniz bilmediğiniz yerlere yolculuk etmek mümkün olmayacaktır.
Tasarım alanında, tasarım süreci ile ilgili bazı yaklaşımlar vardır. Mesela kullanıcı odaklı tasarım (user-centered design), kullanıcıyı araştırma sürecinin odağına koyar. Katılım odaklı tasarım (participatory design) da der ki: “Kullanıcı dediğimiz yalnızca son kullanıcı değildir.”

Tasarım sürecine dahil olan bütün paydaşlar aslında tasarımdan etkilenir. Bu yüzden tasarım sürecinde yer alan her paydaş sürece dahil edilmelidir. Tasarımcı, kullanıcı, sosyolog, psikolog, devlet ofislerinden temsilciler, mühendisler herkes bu sürece dahil olmalıdır.

Sizin de sosyal sermaye dağılımı eşitsizliği, kültürel tüketim eşitsizliği, kadınların iş gücüne katılımındaki eşitsizlikler gibi problemlerin çözümüyle ilgili çalışmalarınız oldu. Türkiye’de bu tarz çalışmalarda katılımcı yaklaşımlar uygulanıyor mu? Örnekleriniz var mı?

Katılım odaklı değil ama ismine başka şeyler dediğimiz tasarımlar ile çalışıyoruz. Özellikle sosyal politika çalışırken sizin de tahmin edeceğiniz gibi bir sürü paydaşın birlikte çalışması gerekiyor. Yani sosyal politikalarda son kullanıcı halk oluyor.

Onların ihtiyaçlarının, sorunlarının, problemlerinin tanımlanmasını tek başına yapmak yetmiyor. Bütün aracı kurumlar, geliştirici kurumlar, bu insanların etkileşimde olduğu başka kurumlar, tüm bunların birlikte olması sosyal politika demek.

Sosyal politikayı ne tek başına bilim insanı tasarlayabilir ne tek başına devlet kurumları tasarlayabilir ne de vatandaş tasarlayabilir. Aslında yaptığım okumalardan tasarımı, tasarım odaklı düşünme konusunu hiç bilmediğimi ve aslında sosyolojiye ne kadar yakın olduğunu fark ettim.

Tasarımdaki ihtiyaçları tespit etme, buna yaratıcı çözümler bulma, teknolojiyle ve çıkan konularla birtakım prototipler geliştirme, sosyal politikayla da ilgili şeyler. Sosyal politikada da ihtiyaçları tespit edip ilgili kurumları, kişileri, ilişkileri belirleme, sonra da prototipler ve politikalar geliştirme geliyor.

O açıdan iki alanın ne kadar birbiriyle farklı terminolojiler kullanarak ne kadar yakın şeyler yaptığını fark ettim. İşin aslı kanıta dayalı olması. Sosyal politika dediğimiz, normalde başka ülkelerde zaten bu şekilde katılımcı yaklaşımlarla tasarlanıyor.

Bizim sosyal politikaya en fazla değen projemiz “Okul Terk Projesi” idi. Bu tür pek çok proje yaptık bir kısmı değdi, bir kısmı değmedi. Bir kısmı haşince reddedildi. Değenlerden bir tanesi “Okul Terk Projesi” olmuştu.

Bu projede birlikte çalıştığımız aktörler ise öğrenciler, anneler, babalar, okul öğretmenleri, okul müdürleri, Millî Eğitim İl Müdürlükleri, STK’lar (Sivil Toplum Kuruluşları), Millî Eğitim Bakanlığı idi. Bütün bu gruplarla birlikte çalışıldı ve sonunda okul terkin bir sorun olduğuna dair Millî Eğitim Bakanlığını ikna edebildik.

Bu arada okul terk deyince orta okul, lise sanılıyor. Bahsettiğim zorunlu eğitimden terk. Türkiye’de ilköğretimden terk çok ciddi bir problemdi. O zamanlar %17 civarıydı.

Öncelikle bunun bir problem olduğunu ortaya koyabildik. Sonrasında da bu iş birliği ile okul terk izleme politikaları ve mekanizmaları yerleştirebildik. Bazı sivil toplum kuruluşları ile -Eğitim Reform Girişimi (ERG) ile- çalıştık. Onlar çok ciddi savunu yapan bir STK.

Millî Eğitim Bakanlığında çok ciddi savunu yapabildiler. Okul terk izleme mekanizmalarını e-Devlet’in içine yerleştirebilmemizi sağladılar. Sosyal politikaya en somut değen araştırmamız bu oldu. Diğerleri biraz yalan oldu. Bu tür şeyler tamamen siyasi dalgalanmalardan da etkileniyor.

Başka bir projemiz, “Kadınlar İçin İş’te Eşitlik Projesi” idi. Bunda da aynı şekilde şirketler, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve Koç Üniversitesi ile birlikte çalıştık.

Şirketlerdeki eşitlik ve eşitsizlik politikalarını tespit ettik. Türkiye’nin en büyük 100 şirketine baktık. Sonrasında da bakanlık aracılığıyla izleme ve taahhüt almayı yapabildik.

Bu anlattıklarınız üzerine acaba sosyal politikalar araştırmalarının bir tür deneyim tasarımı olduğunu söyleyebilir miyiz?

Kesinlikle. Ben tasarım ile ilgili çok yanlış bir şey biliyormuşum. Koç Üniversitesi Tasarım Teknoloji Toplum Yüksek Lisans ve Doktora Programı’nın açılmasına destek oldum ama neye destek olduğumu bilmiyormuşum.

Okurken fark ettim, gerçekten izlediğimiz yol aynı. Sonuç olarak bir deneyim, bir ürün ve servis yaratmaya, insan odaklı bir şey yaratmaya çalışıyoruz. Bu tasarım odaklı düşünmede de böyle, sosyal politikada da.

Ortaya yeni bir deneyim, çözüm ve hizmet koymaya çalışıyoruz. O anlamda süreç çok farklı değil.

Sosyal politikalar için bir prototiplemeden bahsettiniz. Tasarımda prototipler çok hızlı üretilir ve kullanıcıya bir ara model hazırlayıp denetilir. Sosyal politikalarda da prototipleme bu kadar hızlı olabiliyor mu? Bu süreç nasıl ilerliyor?

Hayır, öyle ilerlemiyor. “Hadi şu politikayı deneyelim, çalıştı mı görelim.” gibi bir durum yok. Ama mesela okul düzeyinde birtakım sistemler geliştirebilirsiniz. STK’lar düzeyinde olabilir. Biz okul terk projesinde o düzeyde bir şey yaptık. Yoksa maliyeti çok yüksek olurdu.

Prototip derken ben gevşek bir analoji kullandım. Pilot çalışma gibi aslında. Sen birtakım aletler önerirsin. Bunların bazısı kabul edilir bazıları edilmez. Olduğu gibi kabul edilemez zaten. Bunların çalışıp çalışmadığını görmek tasarımdaki gibi olmaz.

Mesela müdahale programları vardır. Çok büyük sosyal sorumluluk projeleri vardır. Enteresan bir örnek var: Koç Holding’in yaptığı “Meslek Lisesi Memleket Meselesi”. Bu projede meslek liseleriyle piyasa ve sanayinin uyum içinde hareket etmesinin sağlanması hedeflenmişti. Bu çok başarılı bir proje oldu ama niye başarılı olduğunu bilmiyoruz.

Çünkü projenin başında veriye dayalı bir durum tespiti yapılmamıştı. Durum neydi? Nelere ihtiyaç vardı? Nerelerde sorun yaşanıyordu? Nerelerin düzeltilmesi gerekiyordu? Sistematik bir şekilde gözlemlenip tespit edilmemişti.

Çok büyük bir maddi katkı vardı. Çok fazla şey yapılmıştı. Sonunda bir ürün vardı ve çok başarılı olduğu söyleniyordu ama bilimsel olarak kanıtlanamazdı. Konuştuğumuz zaman kendileri de “Yazık çok büyük emek.” diyor ve “Çalışıp çalışmadığını bilmiyoruz.” diyorlar. Neden?

Çünkü başta sistematik durum tespiti yok. Neyle neyi karşılaştırıyoruz bilmiyoruz. Bu işte çok fazla başarı hikayesi çıkmış o yüzden başarılı diyoruz. Ama bilimsel anlamda bir müdahale programı ve sosyal sorumluluk projesi olduğunu söyleyemeyiz.

Türkiye’de bu prototip ve projelerde benzer sorunlar var. Aceleyle bir şey yapma durumu var. Başta bir temel olmadan büyük paralar harcanıyor. Sonra anekdot niteliğinde kanıtlarla “Başarılı olduk.” diyoruz. Bir köşe yazısında bunu diyebilirsiniz ama bilimsel olarak diyemezsiniz.

Sosyoloji ve tasarım arasındaki benzerlikten bahsettiniz. Tasarım da aslında sosyal bilimlerden ve diğer alanlardan beslenir.

Onların yöntemlerini metodolojilerini kullanır ve sosyal bilimlerin bakış açısına sahip olmaya çalışır. Giddens der ki: “Sosyoloğun kazanması gereken en önemli şeylerden biri sosyolojik hayal gücüdür.

Toplumu anlayabilmek, toplumun yüklediği anlamı anlamak için o bakış açısına sahip olabilmek gerek.” Bir tasarımcı ve bir sosyolog bu hayal gücüne nasıl sahip olabilir?

Benim buna düşünen bir insan olarak cevabım var, bir de sosyolog olarak cevabım var: Sosyolojik hayal gücü biraz yetenek. Bazı insanlarda bu oluyor. Tasarım nasıl her şeyden besleniyorsa sosyoloji de öyle. Senin tarih, ekonomi, felsefe, psikoloji biliyor olman lazım.

Kendi eğilimlerin olması lazım. Sosyoloji, tasarım gibi çok fazla konudan besleniyor. Sosyoloji toplumbilimdir. Toplumun nereden beslendiğini bilmek zorundasın çünkü sosyoloji de o dinamiklerden beslenir. Psikoloji, ekonomi, siyaset, fizik hepsinden beslenir.

Sosyoloji ilk olarak “sosyal-fizik” (social-physics) olarak bilinmeye başlanmıştır. Auguste Comte, sosyolojiyi bilim olarak kabul ettirebilmek adına pozitif bilim yöntemlerini kullanarak diğer bilimleri ikna etme adına sosyal-fizik demiştir.

Sosyoloji bilmek için edebiyat bileceksin, müzik bileceksin. Bunlardan besleneceksin. Teorik matematik gibi kulene kapanarak yapılacak bir şey değil. Teorik sosyoloji bile öyle değil. Tasarım gibi yani.

O anlamda tasarım ve sosyoloji çok benziyormuş. Ben de bir aydınlanma yaşadım. Tasarım dediğimizde ben böyle ambalaj tasarımı, açık mavi veya koyu tercihleri sanıyordum. Öyle olmadığını anladım.

Bunun için tüm tasarımcılardan özür diliyorum. İşin aslı hiç öyle değilmiş. Bu konuşmaya hazırlanmadan önce bir şirkete nasıl “Tasarım Üst Yöneticisi” (Chief Design Officer) işe alındığını okudum ve gerçekten çok şey öğrendim.

Tasarım ve sosyolojiyi tanımlarla birbirine yaklaştırırsak şöyle bir durum ortaya çıkıyor: Uygulamalı sosyoloji mevcut durumu iyileştirmek olarak tanımlanıyor.

Tasarım da mevcut durumu iyileştirmek olarak tanımlanıyor. “Meslek Lisesi Memleket Meselesi” projesinde bir ön tespit çalışması yok ama başarı söz konusu. Böyle bakarsak sosyal politikalarda bir belirsizlik durumu var.

Tasarımda da aynısı var. Çok iyi düşünülmüş bir proje başarılı da olabilir başarısız da olabilir. O yüzden çok iyi düşünülmüş bir tasarımın inatçı olması gerekiyor.

Bazı durumlarda tekrar tasarlanması gerekiyor. Eğer sizin de inatçı olmanız gerekseydi şu anda sosyal sermaye projesinin etkisini arttırmak için o projeye nasıl yaklaşırdınız?

“Okul Terk Projesi”nde çok ortaklı çalışmanın bir etkisi vardı. Problemi her köşesinden taradık çok fazla bilgi aldık. Çok fazla veri topladık. Öyle olunca projenin kredisi de artıyor. Okul müdürleriyle, öğretmenlerle, velilerle, çocuklarla konuştuğunuzda ikna gücünüz de artıyor.

Ben tek başıma bir araştırmacı olarak bu etkiyi yaratamazdım. Savunu grupları, STK’lar gibi aracı kurumlar gerekiyor. Sosyal bilimci olarak bunu tek başına başarmak çok zor. Mesela ilk başta müsteşar: “Siz bu sayıları nereden uydurdunuz? Mecburi eğitimden terk olamaz çünkü okul terk yasak.” dedi.

O noktada ERG olmasaydı bizim ilerleyebilmemiz mümkün olamazdı. Sadece devletle de değil, Dünya Bankası’yla, Uluslararası Çalışma Örgütü’yle de çalıştık. Oralara erişim bir bilim insanı olarak kolay ama en tepeye ulaşmak kolay değil.

Tüm bu yolculuk boyunca o kadar çok insanla vakit geçiriyorsunuz ki orada geçirdiğiniz zamanın herkesi dönüştürdüğü, deneyimi değiştirdiği bir gerçek. Bu dönüşümün bir sosyal politikaya dönüşmesi uzun sürebilir ama bireylerin ve küçük kurumların fikrini değiştirebilirsiniz.

Bir annenin, babanın, öğretmenin çocuğa karşı fikrinin değişmesini sağlayabilirsiniz. Araştırmanın varacağı yer önemli ama o yolculuğun kendisi o yolda kimleri dönüştürdüğünüz de çok önemli. Küçümsememek lazım.

Çevrimiçi (online) ortamlarda sosyal sınıf ilişkisine dair soru soracak olursak çevrimiçi ortamların özgürleştirici olduğuna ve sosyal sınıfların geçirgenliğini arttırdığına inanmak mümkün mü?

Bir sürü farklı şeyi yeniden üretiyor olsa da en temelde bu geçişi kolaylaştırıyor gibi görünüyor ancak sizce de öyle mi?

“Evrensel eğitim”den beklenen şey en büyük eşitleyici olacak olmasıydı. Aynısı “dijital devrim” için de yapıldı ama özgürleştirdiği şeyler olsa bile var olan eşitsizliği daha da pekiştirdiğine dair araştırmalar da var. Türkiye’de yaptığımız “Gençlik Araştırması”ndaki verilerden örnek verebilirim. 15-29 yaş arası 5000 kişiyle görüştük. Ulusal temsiliyeti olan bir araştırmaydı.

Maalesef bulgular, online siyasi katılımın ve bilgi ediniminin sosyal sınıflarla çok paralel gittiğini gösteriyordu. Kişi üniversite mezunuysa, gelir düzeyi iyiyse, annesi ve babası eğitimliyse sosyal platformların özgürleştirici olduğunu görüyoruz. Ama maalesef kişinin eğitimi yoksa, anne baba eğitimsizse durum öyle değil.

Ayrıca değerler de işin içine giriyor. Muhafazakarlık işin içine giriyor. Sadece erişim problem değil. Kullanıp kullanmamak, erişimle ne hayal edebildiğinle de alakalı. Sosyal sınıflardan bağımsız olarak ahlaki, siyasi, ideolojik değerler bu kullanımı çok etkiliyor.

Muhafazakarlık ve dünyayı merak etmemek de bu erişimi etkiliyor. “Gençlik Araştırması”nda da gördüğümüz yüksek sosyo-ekonomik sınıflar online platformlarda özgür olabiliyorlar ama onlar bile istediğimiz kadar etkileşimde değil.

“Dijital eşitsizlik” (digital divide) dediğimiz bir kavram var. Kültürel tüketimde de sosyal sınıf ve değerlerin kesiştiği yer etkileşim. “Yüksek kültür” (highbrow) dediğimiz müzeye, operaya giden, kayak yapan, “öğleüstü kahvaltısına” (brunch) gidenleri tanımlıyor.

Bunun gibi sorular var mesela ankette o yüzden bunlardan örnek veriyorum. Öbürü de arabesk dinliyor, kebapçıya gidiyor. Ama gerçekte böyle çalışmıyor. Ayrım bu kadar net değil. Üste baktığımızda çok daha ortaya karışık bir durum var.

Bourdieu diyor ki: “Kültürel tüketim sınıfla ilişkilidir. Sınıf arttıkça kültürel tüketim de yüksek kültür olacaktır.” Fransa’da Paris’te yapmış öyle bulmuş. Aşağısı da “düşük kültür” (lowbrow) olacaktır demiş. Üst çok daha ortaya karışık. “Omnivor” diyoruz yani hem etçil hem otçul. “Omnivor”u Türkçeye çeviremedik ortaya karışık dedik.

Yukarı gittikçe hem operaya gidiyor hem İbrahim Tatlıses dinliyor, düğünde çiğ köfte yiyor ve bundan gurur duyuyor. Aşağısı çok daha homojen. Değerlerle sosyal sınıfların birleşiminden ortaya çıkan bir homojenlik var. Alt sınıf bu yüzden dijital ortamları bir parça dışlıyor bir parça güvensizlikle yaklaşıyor.

Dijital (digital) devrim, kullanıcıyı daha yakından tanımak ve anlamak adına bir fırsat diyebilir miyiz? Bauhaus’ta dikte edilirdi, “Alırsa alır almazsa almaz.” denirdi.

Ancak sayısal devrimde herkesten geri dönüş alabiliyoruz. Bu tasarımcılar için bir deneyimin tasarımında fırsat olabilir mi?

Herkesten ve her yerden alıyor muyuz şüpheliyim açıkçası. Bill Gates, Mark Zuckerberg sayısal devrim ile ilgili çok iyimserler. Bu yaklaşımdaki büyük isimlere “digiterati” (dijital elit kesim) diyoruz. Ben o kadar optimist değilim. Mesela akıllı telefona erişmek tek başına önemli değil.

Ayrıştırıcı olan o telefonla ne yaptığın. iPad’inin olması, akıllı telefonunun olması sayısal devrimin bir parçası olduğun anlamına gelmiyor. Sen sadece orada alışveriş yapıyorsan başka bir şey. Siyasi katılımda bulunuyor, alternatif kanallara ulaşıyorsan bambaşka bir şey.

Araştırmada sosyo-ekonomik durumu anlamak için sorulan sorular var: “Bulaşık makinan var mı? Arkası düz televizyonun var mı?” (Onu da öyle sormak gerekiyor LCD denince anlaşılmıyor.) Sosyo-ekonomik statü ölçmenin yollarından biri bu sorulardır. Soruların içinde akıllı telefon da var ama ayrıştırmıyor artık.

“Bu bilgiyi indiriyor musun?” “Yok.” “Twitter’da mısın?” “Yok.” “İnternette siyasi içerik paylaşıyor musun?” “Yok.” “Sosyal bir şey yapıyor musun?” “Yok.” “Ne yapıyorsun onunla?” “Hiç.” İnternet bağlantısı bile yok bazı akıllı telefonlarda. Türkiye için konuşuyorum. Yani bu devrimin aslında birazını yaşamışız. Erişime ulaşmışız da orada kalmış. Onunla ne yapacağımızı bilmiyoruz.

Dünyada sayısal devrimi yaşlılar yakalayamıyor diyorlardı ama öyle değil. İnternetin en fazla amaç için kullanıldığı yerlerden biri huzurevleri, kullanıcıya bir dünyayla bağlılık getiriyor.

Bu erişim henüz Türkiye’de olmamış gibi görünüyor. 2015’te yapılmış gençlik araştırmasına bakarak söylüyorum bunu da.

Film ve medyada olduğu gibi sosyolojide de dev bir teori tarihi var ve pratikle teori arasında bir şekilde bağ kurmak durumundasınız. Sosyal politikalarda araştırma ve teoriyle olan bağı nasıl kuruyorsunuz?

Sosyolojide de sürekli bir tansiyon var. Bir tarafta saf teorik bilim, öbür tarafta gerçek hayat olmalı diye.

Ben uygulamalı çalışıyorum. Ancak uygulamalı çalışırken de teori ve modellerden yola çıkmadan yaptığınızın anlamı yok. Yaptıklarınızda teorik ve felsefi tutarlılık olması lazım. “Şu sayıları ortaya koyalım bakalım ne çıkıyor, sonra teoriye oturturuz.” gibi bir durum yok.

Ben bu yaklaşımın kısıtlayıcı olduğunu düşünüyorum. Bazıları “Çok daha yaratıcı oluyorsunuz.” diyor ama bana kalırsa teoriden yola çıkmak ve o teorinin sınırlarını zorlamaya çalışmak daha yaratıcı sonuçlar getirebiliyor.

Teorinin içinde nerede problem varsa ona cevap bulabiliyorsun. Bir tarafta saf bilim öbür tarafta uygulamalı bilim vardır gibi bir ayrımın doğru olmadığını düşünüyorum.

Yeni ortamlar bağlamında, teknolojinin gelişmesiyle sosyal medya ve reklam gibi bir o kadar da içeriğe maruz kalıyoruz. Bu içerikler toplumu mu yansıtıyor yoksa yönlendiriyor mu? İzleyici mi içeriği yönlendiriyor yoksa içerik mi izleyiciyi? Siz reklamlara, medya içeriklerine bakarak sosyolojik analiz yapıyor musunuz?

Bunlar iki uç değil. Birbirinden ayırmak mümkün değil. Medya bir disiplin olduğundan beri bu soru medya çalışmalarının tarihi sorusu.

Medya çalışmaları tarihi çok yeni, 1940’larda bir disiplin olarak ciddiye alınmaya başlandı. Kimi teori “Bunu belirleyen şey bir ihtiyaç.” diyor. Yapısal yaklaşımlar var. Onlar “Seyirciyi ve talepleri belirliyor.” diyor.

Öbür taraf da diyor ki “Bütün her şeyi belirleyen izleyicinin kendisidir. Sen naparsan yap izleyici onu istediği gibi yorumlayacaktır.” Hatta John Fiske, “Seyirci gerilladır. Komando gibi seyircinin nereden çıkacağı belli olmaz.

Sen ne içerik yaratırsan yarat seyirci kendi kapasitesiyle onu istediği gibi yorumlayacaktır ve senin bunun üzerinde kontrolün yoktur.” diyor. Bunun tek bir cevabı yok.

Sen istediğin mesajı yarat, seyirci onu olduğu gibi kabul eder veya bambaşka anlamlar yaratır. Bu ya da diğeri değil. Medya bir sanayi. Orada buzdolabı üretir gibi içerikler üreten bir sanayi var. Buzdolabı üretmek ile çok farklı bir yerde değil.

Aynı piyasa dinamiklerinden siyasi konjonktürden de etkileniyor. “Bu kesin böyledir.” demek çok zor sürekli bir etkileşim var.

Araştırmalarınızda reklamlara bakarak sosyolojik analiz yaptığınız oluyor mu?

Ben hiç yapmadım ama o tür çok çalışma var. Özellikle toplumsal cinsiyet alanında çok var. “Toplumsal cinsiyet rolleri nasıl şekilleniyor ve nasıl pekiştiriliyor?” diye. Toplumsal cinsiyet teorisi bilmeseniz bile birkaç reklama baksanız görüyorsunuz, durum içler acısı.

Alternatif reklamlar var mesela ben bazen derste gösteriyorum, çocuklar hayret ediyor. O kadar sabit kodlar var ki sayısal erişimi olan bizim gibi insanlar bile şok geçiriyor.

Çünkü o rolleri kabullenmişiz. Fakat ben hiç bunun araştırmasını yapmadım. Ben medya mezunu olsam da hiç o alana bakmadım. Mesela 1930’dan beri bütün reklamları tarayan çalışmalar var bu alanda.

Tasarımda küçük kullanıcı gruplarıyla “fokus” (odak) gruplarda deneyip sonra büyük gruplara sunma durumu var. Sosyolojide bu küçük gruplarla başlayıp genele yayma nasıl oluyor?

Çok güzel bir soru bu. Bu bir bulmaca (puzzle) ve beni de çeken bu araştırma bulmacası oldu her zaman. Bunlar çok farklı paradigmalar: “kalitatif” (qualitative) dediğimiz daha derine inme ve “kantitatif” (quantitative) dediğimiz genele yayma durumu. Bunlar ayrı düşünülmemeli.

Mesela Avrupa’da “Kantitatif araştırmacıyım.” diyor bazı araştırmacılar. Bana biraz acayip geliyor. Ben eğitimim itibariyle kantitatifçiyim ama bu tek başına çok problemli, özellikle sosyal politikada çalışıyorsan. Bir arada ilerlemeli hangisini önce hangisini sonra yaptığın çok önemli.

Çünkü ben büyük bir kitleye ulaşmaya çalışıyorum ve edindiğim bilgiyi genellemeye çalışıyorum. Ama böyle başladığında sıkıntı var. Mesela anketle başlıyorsun ama ankette sordukların senin zaten bildiğin sorular. “Okulu neden terk ettin?” diye soruyorsun. “Annem istemedi.” diyor.

Yani bilmediğin veri yine yok ortada, sen bildiğini teyit ediyorsun. Ancak kendini anketten kurtarıp derinlemesine araştırma yaptığında, derinlemesine görüştüğünde bilmediğin dünyalara ve sebeplere ulaşabiliyorsun.

Madenci ve gezgin gibi bir analoji kuruyorum ben. Kantitatif ile, anket aracılığıyla veriye ulaşmak madenci gibi. Orada bir yol var onu biliyorum ve ona ulaşmaya çalışıyorum. Orada olduğunu bildiğim şeyi alacağım çıkaracağım. Kalitatif paradigmadaysa gezgin gibi.

Gezginin amacı nedir? Gideceği yer midir? Hayır. O yolculuğun kendisidir. O yolda neye dönüştüğü kendiyle olan derdidir. Kalitatif paradigmada o yolculuk sırasında ne öğrendiğimdir, nereye ulaştığım değil. Kalitatifi biçimlendirici bir faz olarak düşünüyorum.

Sosyolojik okuma ve araştırma yapmak sosyal dinamikleri görmeye yardımcı oluyor. Bu sizi pesimist mi yoksa optimist bir bakış açısına mı itiyor? Problemleri görebiliyor olmak etki yaratamadığınız durumda sizi mutsuz ediyor mu?

Tam olarak net görebildiğimizi iddia etmek mümkün değil aslında. Mesela Kız Meslek Lisesi tercihleriyle ilgili verilerde neden meslek lisesi seçtiklerini sorduğumuzda aile, ekonomik, başka dinamikler gibi bunun tek bir cevabı olamaz.

Kızlara soruyoruz “Evet, ben kendim tercih ettim.” diyor. Ama bu bir sürü farklı dinamikten etkilenen bir şey. Ayırmak mümkün değil. Bir sürü ataerkil (patriarkal) pazarlık var. “Kendim tercih ettim.” diyor. Sonra “İyi bir anne ve eş olmak için tercih ettim.” diyor.

O yüzden net cevap mümkün değil. Sosyoloğun da farklı alt alta tabakaları görmesi gerekiyor, normal bir insandan farkı burada ortaya çıkıyor. Ancak derin okuma diğer paradigmalar ile oluyor. Kız Meslek Lisesinde kızların neden orayı tercih ettiğiyle ilgili puzzle çok zor çözüldü.

“Neden oraya gidersiniz?” sorusunun cevabı normalde “istihdam kaygısı”dır. Ama oradaki çocukların hiçbirinin istihdam kaygısı yok. Böylece bir anda bütün önyargılarınız yıkılıyor. “Daha korunaklı olduğu için”, “kız öğrenciler var”, “daha iyi bir anne olmak” gibi cevaplar ortaya çıkıyor.

Artı, sınıf meselesi var. Bu sistemde Kız Meslek Liseleri en düşük puanla öğrenci alan liseler. Başka yere gidemediğinizde oraya gidiyorsunuz. Sonuç olarak istihdam ile ilgisi olmayan bambaşka bir tablo ortaya çıkıyor.

Bugün disiplinlerarası tasarım eğitimi veren lisansüstü programlar var. Oralarda birçok ortak alanda birikim kazanmak mümkün. Doğrudan sosyolojide lisansüstü yapmak yerine böyle disiplinlerarası bir program içinde kalıp sosyoloji alanında ilerlemek ve uzmanlaşmak mümkün mü?

Benim geçmişim sosyoloji değil. Ben hayatımda hiç sosyoloji okumadım. Artık sosyolojinin alanları da çok birbirine geçmiş durumda antropoloji, sosyoloji, psikoloji çok iç içe geçmiş durumda.

Meslekler de öyle, başlıklar artık iç içe. Biz buradan marangoz olarak çıkmıyoruz. Sonuçta sosyoloji de bir meslek bölümü değil. Meslek kalıplarıyla düşünmemek gerek. Disiplin sınırlarıyla düşünmüyoruz.

Tasarım bunun en güzel örneği. Böyle düşündüğünde bir yere varamıyorsun zaten. Tasarımın beslenmediği bir alan var mı? Sosyolojik hayal gücü hakkında konuştuğumuzda söylediğim gibi psikoloji, antropoloji, tasarım, tarih, fizik her şeyden besleniyor.

Öte yandan ekonomistler laboratuvarlara girdiler artık. Felsefeciler de artık insanlar nasıl düşünüyor diye laboratuvarda çalışıyor.

Artık disiplin sınırları büyük ölçüde belirleyici değil. Eğitimin de öyle olmaması gerekiyor.

Artık disiplinleri zorladığında bir yerlere gidebiliyorsun. Paradigmaların sınırlarını zorlamak gerekiyor.

Değişen bir kuşaktan bahsediyoruz. Araştırmanızın temelinde bu yok ama değişen kuşak tasarımcılara ne gibi dersler verebilir sizce? Sizin araştırmanızın temelinde çok çarpıcı şeyler var mı göz önünde bulundurmak gereken?

Ben bu “X, Y, Z” gibi kuşaklara pek inanmıyorum. Toplumsal ekonomik şartların yarattığı farklılıklar var. “Gençlik Araştırması”na ve Avrupa’daki genç işsizliği araştırmalarına baktığımızda tutunamayan olarak tanımlanan bir grup var.

Sosyal medya kullanımından bahsettim ya, Türkiye özelinde çok az kullanıyorlar aslında. Dünyaları çok küçük, sadece ailelerinden oluşuyor ve bu döngüyü kıramıyorlar. Hem Avrupa hem Türkiye’de sosyal mobilitenin çok azaldığı görülüyor. Kendi sınıfını yeniden üreten bir grup var. Sınıf yeniden üretiliyor.

Bu teknolojik ilerlemelerle “sosyal hareketliliğin” (mobilite) artması beklenirken gençler aile içinde kalıyor. Oradaki eşitsizlikler, kapalılık, anlam bütünlüğü ve değerler yeniden üretiliyor. Avrupa verilerine baktığımızda bu çok ekonomik bir şey, “bumerang gençliği” (boomerang generation) deniyor.

İş yok, eğitimden istihdama geçiş problemli. İş ve eğitim arasında uyumsuzluk var. Çocuklar ya hiç evinden çıkmıyor veya çıkıyor ve ekonomik nedenlerle geri dönüyor. Türkiye, İspanya, Portekiz gibi Akdeniz tipi refah ülkelerinde kurumsal mekanizmalar oturmadığından aile bu rolü üstleniyor.

Sigorta yok, eğitimden istihdama geçiş kolay değil. Bunu aile yapmak durumda kalıyor. Çocuklar da aile içinde sıkışıp kalıyorlar. Değerler de kendini yeniden üretiyor. İdealleri ne? Kime benzemek istiyorlar? Eğitimden ne anlıyorlar? Hepsi küçücük bir dünyaya sıkışmış durumdalar. 15-25 yaş arasında durum böyle. “İdolün kim?” diyorsun. “Babam” diyor.

Çok acıklı bir şey bu. “Baban ne iş yapıyor?” diyorsun. “Astsubay” diyor. Sorun Türkiye’de çok derin görülüyor ama Avrupa’da da böyle. “Akordiyon aile” (accordion family) diyorlar buna. Çocuklar içeride kalıyor, aile içeriden genişliyor. Siyasi değerler, sosyolojik değerler yeniden üretiliyor.

Türkiye verilerine göre benim söyleyebileceğim şey, gençler yeni deneyimlere açık değiller. Özellikle orta sınıftan aşağı inildikçe değişikliğe, farklılığa kapalılık artıyor. Kuzey ülkelerinde durum farklı.

Çünkü orada zaten devletin belli bir yaştan sonra çocuğa maaş bağlaması, ev sahibi olma destekleri vermesi gibi mekanizmalar çocukların hayata erken atılmalarına yardımcı oluyor. Ama Türkiye, İtalya, Yunanistan, İspanya, Portekiz, bir ölçüde Fransa bu kurumsallığa ulaşamadığından çocuklarda da yetişkinliğe erişme yaşı ileri yaşlara çıkıyor.

Yetişkinliğe erişme yaşı 32 olarak konuşuluyor şu anda. Sürekli erişkinlik döneminin ertelenmesi söz konusu. Ekonomik nedenler ve sosyal refah politikaları sebebiyle tabii ki.

Sosyoloji ve tasarımın ilgilendiği konular ve izledikleri metotlar gibi pek çok yanı birbirine benziyor. Bir söz var: “Tasarım hiçbir zaman bitmez.” diye. Mesela projenin bütçesi biterse bitiyor. Siz sosyolojide ne zaman bu proje bitti diyebiliyorsunuz?

Tasarımda da olduğu gibi bu döngüsel bir şey, bitmediği noktada öbür proje başlıyor.

Senin geliştirdiğin her ürün, her deneyim yeni ve başka bir ürünü ve gereksinimi belirliyor. Onu tasarlaman gerekiyor. Sosyolojide de öyle psikolojide de öyle.

Başlıyoruz ve bittiği noktada yeni bir şey çıkmış oluyor.


Fatoş Gökşen Boğaziçi Üniversitesinde Psikoloji ve Siyaset Bilimi lisans programı ve Sosyal Psikoloji yüksek lisansı ardından University of Pennsylvania Annenberg School for Communications’dan doktora derecesini aldı. 1996 yılından beri Koç Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde öğretim üyeliği yapmaktadır. Eğitim sosyolojisi, toplumsal cinsiyet ve eğitime erişimde eşitsizlikler, kadın istihdamı, genç işsizliği ve emek piyasası politikaları üzerine araştırmalar yapmaktadır.
Koç Üniversitesi Sosyal Politika Merkezi şemsiyesi altında Avrupa Birliği Komisyonları, Dünya Bankası, ILO gibi kurumlarla sosyal politikalar alanında projeler gerçekleştirmektedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir